17 Aralık 2016

LONDRA: 101


Bazen oluyor: kimselerin ayak basmadığı coğrafyalara seyahat yapıyorsun ama dünyanın en çok turist çeken şehirlerini ancak 40'ından sonra görebiliyorsun... Londra da, işte bizim için öyle bir destinasyon oldu. İş için gidip, seyahati birkaç gün uzatıp, "101 London" yani "Londra'ya Giriş İlk Adım" şeklinde bir deneyim yaşadık. 3 günlük süremizi, kendi ilgi alanlarımızla en çok örtüşecek keşiflere göre planladık ve şehrin düz ayak olmasından da faydalanarak mümkün olan heryeri yürüyerek gezdik.

Tabii ki yetmedi ve tabii ki en kısa zamanda kaldığımız yerden devam etme planlarına döner dönmez başladık... İşte bu 3 günlük sınırlandırılmış ama herbir deneyimi içimize doya doya sindirilmiş seyahatten tavsiyeler:

National Gallery:


Tıpkı diğer birçok müze gibi, buraya giriş de ücretsiz ve diğer birçok müze gibi burada da eğer bağış yapmak isterseniz size hayır demiyorlar. Her gün 10:00-18:00 arası açık ve Cuma günleri 21:00'e kadar gezilebiliyor. Biz bir Cuma akşamı 17:00'de gittik ve bu sayede koşuşturmadan, itiş tıkıştan, kalabalıklardan kurtulduk.


"Yine mi Leonardo da Vinci" dedirtecek kadar zengin ve eşsiz bir koleksiyon, öyle böyle değil. Goya'dan van Dyck'a, Monet'den El Greco'ya, resim tarihinin en usta isimleri sıra sıra karşınızda... Baş döndürücü bir etkileyicilik... Eğer resme, resim tarihine meraklıysanız, Londra'daki en "olmazsa olmaz" adreslerden biri... Şöyle en az 4-5 saat ayırmanızda fayda var. Gezerken ara verip soluklanmak için, müzenin içinde kafe, bar ve restoran tabii ki var.







British Museum:

Her gün 10:00-17:30 arası açık, Cumaları ise 20:30'a kadar ve yine her gün ücretsiz ve yine bağışlarınıza minnettar bir müze. İngiliz arkeologların dünyanın dört bir yanından gün yüzüne çıkarttıkları tarihi kalıntılar sergileniyor bu müzede. Kalıntı demek aslında ayıp, bildiğiniz koca koca tapınaklar, devasa heykeller var burada. İnsan bir ikilemde kalıyor bu müzede: evet, İngiliz arkeologlar büyük bir iş yapmış, bu eserlerin gün yüzüne çıkmasını sağlamış... evet, belki kendi topraklarında kalsa bu eserlerin büyük bir kısmı zarar görmüş de olabilirdi ama yine de, Halikarnas Mozolesi'ni Londra'da dört duvar arasında görmek insanın içini acıtıyor... Bodrum'da o mavi denize karşı yükselse o devasa tapınak, çok daha güzel olmaz mıydı, düşünmeden edemiyor...





Sınırlı süremiz olduğundan biz müzede iki bölüme odaklandık: Halikarnas Mozolesi ve Antik Mısır buluntuları. Her ikisinin de çok etkileyici ve muazzam olduğunu belirtmeliyim. Müzenin geri kalan bölümleri ise, artık bir sonraki Londra'da seyahatinde keşfedilecek, öyle not aldık kendimize...




Victoria & Albert Museum

Ücretsiz olan bu müze de her gün 10:00-17:45, Cumaları ise 22:00'ye kadar açık. Biraz "her telden" tabir edilebilecek bir koleksiyonu var. Ama bu sakın zayıf bir koleksiyon olduğu anlamına gelmesin: Rodin'in heykellerinden, Hristiyanlığın en erken dönemlerinden kalan eserlere; tarihte kadın elbiseleri sergisinden, Art Nouveau posterler serisine; Delacroix'nın resimlerinden, Trojan Sütununun başta geldiği alçı replikalara çok geniş ve çok zengin bir koleksiyonu var bu müzenin de... Yine en az 4-5 saat ayrılırsa ancak üstün körü gezilmiş olabileceğini unutmamak lazım.


St-James Park


Londra ve ünlü parkları... Şehrin içinde bu kadar büyük, bu kadar doğal, bu kadar el değmemiş bir parkı görmek, biz beton yığını içinde yaşayan İstanbullular için çok şaşırtıcı, "insan hayret ediyor" adeta... Günlük yaşamın içinde, okula, işe giderken, hadi şu parka gireyim deyip sincapları, kuğuları, ördekleri görebilmek; işteyken öğle arasını bir sandviçle bu parkta geçirebilmek; hafta sonu evinden çıkıp birkaç adım atarak kitabını bu parkta okumak, ne büyük nimet... Bunu ancak bizim gibi bitki örtüsü TOKİ olan ülkelerde yaşayanlar anlayabilir sanırım....

Hyde Park


Burası da Londra'nın nefes aldığı parklardan biri. Her ne kadar çok bakımlı ve güzel olsa da, illa bir tercih yapacaksak, biz St-James Park'ı tercih ederiz. Burası biraz daha insan eli değmiş, üzerinde çalışılmış bir izlenim bırakıyor insanda, diğeri kadar doğal değil sanki.









Portobello Pazarı

Londra'ya gelip de bu sokak pazarında dolaşmamak büyük ayıp olur... Antikacısından meyvecisine, mantarcısından şapkacısına binbir çeşit tezgah, herbiri farklı, herbiri renkli... Bir uçtan ötekine, illa birşey almaya gerek yok, tezgahları seyrederek ilerlemek bile o kadar büyük bir keyif ki....




Notting Hill


Julia Roberts ve Hugh Grant'in başrollerini paylaştığı aynı isimli filmden tanıdığımız bu bölge, kapı fotoğrafı çekmeyi sevenler için en doğru adres. Ne kapılar, ne renkler, ne binalar.. Küçük küçük, bakımlı, çiçeklerle bezenmiş.... Tam girişinde "The Sun in Splendor" isimli bir pub var ki, ortamının tadına doyum olmaz. Bir de orada bir bira söyleyeceksin, iyice İngiliz ortamına gireyim diyorsan yanında bir de "fish & chips" sipariş edeceksin, barmenle sohbet edeceksin.... Ne keyif ne keyif....



Covent Garden

İşte Londra'da en bayıldığım yer... Her daim bir sokak gösterisi, ışıl ışıl, hele de yılbaşı öncesi... Cıvıl cıvıl ama boğucu bir kalabalık değil... Vitrinlerinin albenisi insanın başını döndürüyor... Hele bir kağıt dükkanı var ki, ne zarflar, ne kağıtlar, çok pahalı, ama el yapımı olduğundan değer diye düşünüyor insan... Covent Garden'ın tam göbeğinde, televizyon programlarından tanıdığımız ünlü şef Jamie'nin lokantası: Jamie's Italian.... İstanbul'daki şubesiyle uzaktan yakından alakası yok: burada hizmet güleryüzlü, yemekler leziz, fiyatlar makul... Ya da biraz daha periferide White Lion isimli bir pub var, tam İngiliz ruhu... Sıcacık bir domates çorbası üzerine mac & cheese.... Camdan da Covent Garden'ın o cümbüşünü seyretmek... Ne zevk ne zevk....

Soho-Kensington-Regent Street


O ünlü Soho'yu da gezdik tabii ama çok şey anlayamadık ana hedeflerimizden olmadığı için... Ama bir tavsiye: hafta sonu herhangi bir rezervasyon yaptırmadan hiçbir yerde öğle yemeği için dahi yer bulmanız mümkün değil, aklınızda olsun...

Kensington muhteşem bir semt, ev değil adeta malikane dolu, biz bayıldık...

Regent Street tam turistik, bir tür eski İstiklal Caddesi ya da Paris'in Champs Elysées'si... görmedim demeyin, onu da gezin ama gitmezseniz de büyük kayıp değil....





Bir de tabii konaklama konusu var. Biz karar verdik, bir sonraki gelişimizde eğer Airbnb yapmazsak, kesin bir kez daha Covent Garden'a yürüyerek 1 dakika bile uzaklıkta olmayan Strand Palace Hotel'de kalacağız. Eski bir otel ama o kadar merkezi ki, metroya bile gerek kalmadan her yere, müzelere, parklara, müzikallere yürüyerek ulaşabiliyorsunuz ve fiyatları da çok makul...

İşte 3 günlük bir Londra seyahatinden geriye kalan satır başları... darısı diğer Londra seyahatlerine....






29 Ekim 2016

TELETSKOYE: MEDENİYETLE DOĞAYI AYIRAN GÖL


Güney Sibirya'da Altay Özerk Bölgesi'nde İsviçre Alplerini aratmayan manzaralar sunan, UNESCO Dünya Mirası listesindeki Teletskoye Gölü'ndeyiz bugün...

Yerel halkın "Altın Göl" diye adlandırdığı Teleskoye Gölü'ne 70 tane nehir dökülüyor, etrafı ise çam ormanlarıyla kaplı dağlarla çevrili. Kuzeyden güneye 78 kilometre uzunluğundaki gölü bir tekneyle geçeceğiz. Tekne gezimiz başlamadan önce bilmiyoruz, ama kuzeyden yola çıkarken aslında geride bıraktığımız aynı zamanda medeniyet: çünkü güney sahile adım attığımız andan itibaren, ne telefon, ne elektrik, ne musluk suyu, ne de kanalizasyon bulunan, bakir bir coğrafya bizi bekliyor...

Dağların eteğine serpiştirilmiş sevimli evlerden oluşan küçük bir limandan yola çıkıyoruz. Çok kısa bir süre sonra sadece doğanın içinde yol almaya başlıyoruz. Gölün bir tarafı doğal park ilan edilmiş; tek bir ev, insan eli değmiş tek bir alan yok doğal parkta. Gölün diğer tarafında ise, tek tük evler, çoğu av köşkü, ağaçların arasına öyle gizlenmişler ki, çok dikkat etmeden görmek imkansız...


Uçsuz bucaksız dağlar, ormanlar, masmavi göl suları, ara ara çığlıklarıyla doğanın sessizliğini yırtan kuşlar, yeşilliklerin arasından çağıldayan irili ufaklı şelaleler... Temmuz ayı olmasına rağmen hayli serin ve bir o kadar da tertemiz bir hava... Aralarda kanolarıyla spor yapanlar da var, ama bir elin beş parmağını geçmez sayıları....




Yanımızda ısınmak için yerel bir votka, eşlik etsin diye biraz elma, limon, peynir ve şarküteri... arada bir atıştırıyoruz ama çok da doymayalım, öğle yemeği için yarı yolda Kamışla Şelalesi'nde mola vereceğiz.








Kamışla, bu bölgedeki onlarca şelaleden biri. Limanımsı bir yer yapmışlar tekneler yanaşabilsin diye. Hemen sahilde odun ateşi üzerinde bir çaydanlık tütüyor. Etrafta tahtadan yapılmış küçük küçük kulübeler, ziyarete gelen az sayıdaki gezgin için çi börek, çay, kahve ve hızlı yenebilecek yerel yemekler satmak için... Tabii hediyelik eşya dükkanları da var aralarında, ama satılanlar hep aynı: tahtadan işlenmiş süsler çoğu... 






Etraftaki çalıların, ağaçların bir kısmına çaput bağlanmış, aynı bizdeki gibi... Sonuçta bir Şaman geleneğini devam ettiriyoruz farklı coğrafyalarda bile olsa... Biraz yürüdükten sonra Kamışla Şelalesi'ndeyiz... gürül gürül akan bir su, tertemiz, soğuk....

Bu kısa aradan sonra, bizi medeniyetten tamamen uzaklaştıracak güney sahile doğru yeniden yola çıkıyoruz. Zaten az sayıdaki evlere bile rastlanmaz oluyor ilerledikçe... Biz gelmeden bir hafta önce çok büyük bir sel yaşanmış bu bölgede, sahile vurmuş koca ağaç parçaları kalmış bu selden geriye....




Sonunda güney sahildeyiz... yaklaşık 4-5 saatlik bir yolculuk sonrasında, sanki birkaç yüzyıl geriye gittik birden.... doğanın hüküm sürdüğü ve insanoğlunun içinde kendini çok küçük, çok güçsüz ve çaresiz hissettiği, teknolojinin "t"sinin bile henüz ulaşmadığı bir coğrafyadayız artık.... Bu coğrafyanın hikayesi ise başka bir güne artık....

16 Ekim 2016

İNCEBURUN VE SARIKUM: TÜRKİYE'NİN EN KUZEYİNDE


Ülkelerin "en" kuzeyleri, güneyleri, doğuları, batıları nedense hep merak edilir. Türkiye'nin en kuzeyi İnceburun ise, sadece 42. kuzey paralelindeki coğrafi konumu nedeniyle değil, pastoral ortamı ile de merak edilecek bir mekan.

Sinop'tan arabayla yarım saatlik mesafedeki İnceburun, katılaşmış lav tabakaları üzerinde yükseliyor. 1863 senesinde yapılmış olan feneriyle ünlü İnceburun, masmavi bir denizin karşısında, ineklerin otladığı yemyeşil çayırlarıyla gerçekten çok etkileyici bir manzara sunuyor gezginlere. İskoçya'ya hiç gitmedim ama hayalimdeki İskoçya'ya da çok benziyor.


Deniz yüzeyinden 38 metre yükseklikte kurulmuş olan 153 senelik fener ise, kurulduğu ilk günden bu yana aynı aile tarafından işletiliyor. Ama maalesef, ülkemizde son döneme hakim olan "geçmişi yok etme" trendinin kolları buralara kadar uzanmış: nesillerdir bu feneri işleten aileye 2023'te feneri terketmeleri bildirilmiş, bundan sonra fener otomatize olarak işletilecekmiş..... Halbuki İnceburun'u bu kadar güzel kılan, feneri işleten ailenin kurduğu banklarda oturmak, ev yapımı ayranlarını yudumlamak, onlarla sohbet etmek... Ne yazık olacak bu deneyimi kaybetmek....






İnceburun'a kadar gelmişken, hemen yakınındaki Sarıkum'a da mutlaka uğramalı. Denizle neredeyse iç içe geçmiş bir gölün hemen yanındaki Sarıkum gerçek bir kuş cenneti.







Koruma altındaki göl, nesli tükenmekte olan onlarca göçmen kuşun uğrak yeri. Her ne kadar biz gittiğimizde bir allahın kulunu göremediysek de, gölün sahiline estetik açıdan da çok şık kuş gözetleme kulübeleri yapılmış. Sağda otlayan koyunlar, inekler, solda gölde uçuşan kuşlar,



Kimse yoktu diye yakındığıma bakmayın, o sessizlik, sükunet, huzur içinde Sarıkum daha da bir güzel..


        

15 Eylül 2016

ANCHORAGE: ALASKA'NIN EN BÜYÜK ŞEHRİ


Alaska'ya doğası için gidilir. Şehirlerine de olsa olsa, o doğaya ulaşmak için bir kamp teşkil etmeleri sayesinde tahammül edilebilir. Çünkü gerçekten de, Alaska şehirleri özellikle de İstanbul gibi büyük, köklü şehirlerde yaşayanlar için hem çok küçük, hem de çok sığ.

Biz de ABD'nin 49. eyaleti Alaska'da ilk olarak Anchorage şehrine ayak bastık. İstanbul-Chicago sonrası bir 6 saat daha uçarak vardığımız Anchorage, her ne kadar eyaletin en büyük kenti olsa ve tüm Alaska nüfusunun % 45'ini barındırsa da, bize sıradan ve küçük geldi. Ama Alaska'nın alamet-i farikasının şehirler değil, vahşi doğa olduğu daha havalimanındaki tahnitlenmiş ayılardan, geyiklerden, yaban koyunlarından belliydi.

Anchorage, şaşırtıcı bir şekilde her köşesinden değişik kombinasyonlarda derlenmiş rengarenk çiçekler fışkıran bir şehir. Klasik, geniş Amerikan caddeleri burada da var. Her ne kadar eyaletin başkenti Juneau olsa da, Alaska'nın % 75'inde olduğu gibi, başkente de karadan ulaşım sağlanamadığı için, neredeyse tüm devlet dairelerinin merkezi başkentte değil, Anchorage'da konuşlanmış.

Şehirde birçok otel var ama bizim gibi turistlerin çoğunun tercihi Anchorage Hilton. Şehrin tam göbeğinde, tüm turistik merkezlere yürüme mesafesindeki bu otel, hem hizmet standardı, hem rahat odaları ile güvenli bir konaklama seçimi teşkil ediyor. Sadece 2 konuya dikkat etmek lazım burada: tren yoluna bakan odalarda kalırsanız (biz o odalardan birindeydik maalesef), tren düdüklerinin sesi yerli yersiz saatlerde uykunuzu bölebilir. Bir de yüzlerce odası bulunan bu otelin kahvaltı salonunda 50 masa ya var ya yok, kahvaltı saatlerinde uzunca kuyruk beklemeyi göze almak lazım.

Şehirdeki Anchorage Müzesi mutlaka görülmeli. Alaska yerlilerinin yaşamını ve aynı zamanda dramını bu kadar iyi anlatan bir başka yer yok tüm eyalette. Çok iyi hazırlanmış bir sergi ile hem etnoğrafik hem de tarihsel bilgiler edinmek mümkün bu müzede. Müzenin modern sanata ayrılmış bölümleri de var ama o bölümler pek ilgi çekici sayılmaz. Zaten modern sanat bölümünde sürekli değişen sergiler oluyormuş, biz gittiğimizde bir fotoğraf sergisi vardı, günümüz Alaska kırsalındaki yaşamı görmek adına ilginçti ama her zaman bu kadar şanslı olmak mümkün müdür, bilemiyorum. Müzenin dükkanında ise özellikle yazılı kaynaklar çok geniş. Alaska ile ilgili kitap arayanlar için en doğru adres diyebilirim.
                             

Şehrin biraz dışındaki Alaska Native Heritage Center da mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. Alaska yerlileri tarafından kurulmuş olan ve işletilen bu mekanda, küçük bir gölün etrafında farklı kabilelerin günlük yaşam oluşturulmuş. Yerli gençler 50-100 yıl önceki yaşamın nasıl olduğunu anlatıyor ziyaretçilere. Müzede edindiğiniz bilgileri bizzat görerek pekiştirdiğiniz bir mekan burası. Çetin doğa koşullarında imkansızlıklar içinde bir yaşamın nasıl idame ettirildiği, vahşi hayvanlarla yaşam mücadelesi, yerlilerin gelenekleri, hepsini burada öğreniyorsunuz, hem de muhteşem bir doğal ortam içinde.


1964'te yaşanan 9.2 ölçeğindeki deprem, Alaska tarihinde önemli bir yer tutuyor. Biraz da yörede yaşayan az sayıda insan olması nedeniyle, bu büyük depremde 139 kişi ölmüş sadece. Ama yine de epey iz bırakmış Anchorage'da. Bu depremin anısına bir de park var "Earthquake Park" yani "Deprem Parkı" adı verilmiş olan. Bir tane fay hattı şeklindeki anıt dışında, esasen parkta hiçbir şey yok. Zaten etraf koşan, yürüyüş yapan insanlarla dolu, bir de yeşillikler arasında dolaşan irice bir geyik türü olan "moose"ları görmek mümkün. Onun dışında ne diye bu parkı turistik destinasyonlar arasına koymuşlar, anlamak zor.

Ship Creek denen bir bölgede de, somon avlamaya çalışanları görebiliyorsunuz. Dizlerinin de üzerine çıkan plastik botlarıyla suyun içine girmiş insanlar saatlerce olta başında bekliyor. Bizim gittiğimiz tarih (Temmuz) somonların ters istikamete yüzme döneminin daha çok başlangıcı olduğundan, belgesellerdeki o zıplayan somon sürülerine rastlayamadık ama bir iki tane iri somonun suyun akışının ters yönüne ilerlemeye çalışmasına şahit olabildik. İlgilisi için ilginç olabilir ama bana çok bir anlam ifade etmedi doğrusu.

Alaska'da, coğrafyanın karadan ulaşım imkansızlıkları nedeniyle her 100 kişiden 65'inin deniz uçağı olması, deniz uçağı marinası diye adlandırabileceğim mekanlar kurulmasına neden olmuş. Arabayla o marinalarda dolaşıp, deniz uçaklarının inmesini, kalkmasını seyretmek de, bizim gibi deniz uçağının çok yaygın olmadığı bölgelerden gelenler için ilginç bir deneyim.


Alaska mutfağına gelince, öyle çok ahım şahım olduğu söylenemez ama bir King Crab Leg var ki, işte o yenmeden dönülmez zira bu "Kral Yengeç Bacağı"nı başka bir yerde bulmak mümkün değil. Alaska'ya özgü bu kabuklu deniz ürünü hem çok büyük, hem çok leziz. Anchorage'ın ünlü restoranı Simon & Seafort's King Crab Leg'in âlâsını yiyeceğiniz bir mekan, hayli tuzlu ama olsun, Alaska'ya kadar gelmişken bu spesiyaliteyi en doğru yerde yemeden olmaz. Bu restoranın bir başka özelliği de Cook Inlet adı verilen bir körfezin kıyısında olması: bu sayede leziz yengeç bacaklarını tadarken, bir yandan da güçlü gelgitleri de izleme imkanınız oluyor.

Anchorage Müzesi'nin restoranı "Muse" da bu şehrin favori yemek mekanlarından biri. Biz öyle harika bir deneyim yaşamadık ama belki menü seçimimiz doğru olmamıştır.

Anchorage'dan ne alınır derseniz, bilumum yerli motifleri taşıyan aksesuarlar, takılar, şapkalar vs mevcut. En ünlü alışveriş objesi ise "Ulu" adı verilen, bizim satırlara benzeyen bıçaklar. Hatta "Ulu Factory" adı verilen bir dükkanda, bu bıçakların üretim sürecinin anlatıldığı turlar bile düzenleniyor.


Dediğim gibi, Alaska'nın şehirlerinde pek birşey yok, sadece o muazzam ve eşsiz doğaya dalmadan önce, görecekleriniz ve deneyimleyecekleriniz için bir bilgi alt yapısı sağlıyor şehirler.


Hürriyet Seyahat'te Alaska ile ilgili yayınlanan yazıma buradan ulaşabilirsiniz