19 Şubat 2014

KONYA: ŞEB-İ ARUZ ŞENLİKLERİ


Şeb-i Aruz geldi mi, Konya şenlenir, dillenir, kemiklere işleyen kış soğuğu bile hafifler adeta. Ülkenin dört bir yanından kadınlar, erkekler, çocuklar akın akın gelir Mevlana şehrine. Türkçe anlamıyla “düğün gecesi” demek olan Şeb-i Aruz, Mevlana’nın öldüğü ve Rabbine kavuştuğu 17 Aralık’ı da içine alan ve “Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri” olarak isimlendirilen bir dizi etkinliği bünyesinde topluyor bugün.



Kimilerince, Konya’nın Mevlevi mistisizmi, Şeb-i Aruz’un o kendi içinde ahenkli ama bir o kadar da baş döndürücü kalabalığı içinde kayboluyor, iyisi mi daha sakin günlerde gelmeli Konya’ya. Kimilerince ise, esas Şeb-i Aruz’un o karmaşa dolu coşkusu o mistisizmi iliklerinize kadar hissettirten. Karar size kalmış…



Şeb-i Aruz’da Konya’ya gelmişken, Mevlana’nın izlerinden gitmek lazım adım adım. İlk adres tabii ki, adeta mekanın ilk sahibi olan Sultan Alaeddin Keykubat’ın gül bahçesine nazire yapan görkemli bahçesiyle Konya Mevlevi Dergahı ya da günümüzde daha yaygın ismiyle Mevlana Müzesi. 

Uzun kuyruklar beklememek için sabahın ilk saatlerinde ya da akşam güneş battıktan sonra gidilmesi tercih sebebi olan bu mekan, Mevlevi sembolizmiyle adeta oya gibi işlenmiş durumda. Her ne kadar, ziyaretçilerin en büyük ilgisini Mevlana türbesi ve Mevlana’nın oğullarına, kızlarına, torunlarına, müritlerine ve Horasan erlerine ait sandukalar çekse de, aslında mekandaki her bir ayrıntı, Mevlevi inancını fısıldıyor yüreklere. 










Avludaki, adını cennetteki çeşmelerin birinden alan Selsebil, kuşların su içmesi için yapılmış bir çeşme görüntüsündeyse de, esasında İslam Tasavvuf Felsefesinin esasını teşkil eden “vahdet-i vücut” kavramını simgeliyor ve insanın doğup çoğalmasını ve tekrar aslına dönüşünü temsil ediyor. 












Bir zamanlar nefsin terbiyesi, tarikat erkanının talim edildiği aynı zamanda kültür ve sanat yuvası işlevi görmüş olan ve avlunun iki yanında sıralanan derviş hücreleri, bugün Mevlevilerin günlük hayatından kesitlerin canlandırıldığı mekanlar olarak ziyaretçilerin yoğun ilgisini çekiyor.












Mevlana Müzesi’nden sonraki geleneksel ziyaret istikameti ise, Şems-i Tebrizi Cami ve Türbesi. 










Her ne kadar gelen ziyaretçilerin neredeyse hepsi, orada yatanın Şems-i Tebrizi olmadığını, türbedeki sandukanın muhtemelen boş olduğunu, Mevlana’nın “Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda” sözleriyle anlattığı Şems-i Tebrizi’nin nerede öldüğü, nasıl öldüğü, nereye gömüldüğünün yüzyılların gizi olduğunu bilse de, bu cami ve türbe, ziyaretçilerin dualarıyla kutsanıyor her gün.











Konya’nın Akçeşme Mahallesi, Mevleviliğin izlerini sürmek için gidilmesi gereken bir başka mekan. Aslında 19. yüzyıl evlerinin restorasyonu sonrası farklı bir çehreye bürünmüş olan bu mahalleyi Mevlevilikle buluşturan, mahallenin girişindeki “Somatçı” isimli restorandan ibaret. 












Adını, Mevlevilikteki 18 hizmet aşamasının onuncusuna tekabül eden ve sofrayı kuran ve kaldıran anlamına gelen “Somatçı” sözcüğünden alan bu restoran, 14. yüzyıldan kalmış Mevlevi yemek tariflerinden oluşturduğu menüsüyle, konuklarına o dönemin başka bir yerde bulunması adeta imkansız bir boyutunu yaşatıyor. 












Mevlevilerin yemek öncesi ve sonrası hazım için içtiği “sirkeincübin”le başlayan hayli mütevazı yemek deneyimi, mekanın otantik ortamıyla birleşerek insanı birkaç yüzyıl geriye taşıyor.












Ve tabii, Şeb-i Aruz’un olmazsa olmazı: sema ayini. Aslında Konya’da her hafta sonu, özel olarak bu etkinlik için inşa edilmiş olan Mevlana Kültür Merkezi’nde sema gösterileri düzenleniyor. Şeb-i Aruz döneminde ise her gün bir öğlen, bir de akşam olmak üzere 2 kere sema ayini yapılıyor. Türk Tasavvuf Musikisi korosunun konseriyle başlayan tören, tasavvufi bir konuşma ile devam ediyor ve Semazenlerin sema ayini ile doruğa ulaşıyor. 










Şeb-i Aruz döneminde, bilet bulmanın neredeyse imkansız olduğu sema ayinlerinde, maalesef izleyiciler bunu bir gösterisi sanıp alkışlarla, bitişe yakın otoparka gitmek için sema devam ederken yerinden kalkıp yürümelerle, tüm uyarılara rağmen flaşla çekilen fotoğraflarla ruhaniliği hissetmeyi zaman zaman zorlaştırsa da , kendinizi neyin üflemelerine kaptırıp, Yaradana kavuşmanın özlemiyle adeta transa geçmiş semazenlerin havada uçuşan eteklerinde kaybediyorsunuz. O anlarda, kendinizi “misafirsin bu hanede ey gönül, ne kimseye sitem eyle, ne üzül” diyen Mevlana’nın yanında hissediyorsunuz…







(Bu yazının Hürriyet Seyahat'te yayınlanan versiyonuna http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/25199259.asp linkinden ulaşabilirsiniz)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder