20 Ağustos 2013

İZLANDA: VOLKANLARIN, BUZULLARIN, FYORDLARIN, ŞELALELERİN DİYARI



Doğaseverler… Maceraperestler… Gezginler… Fotoğraf meraklıları… Sizlere sesleniyorum: Ahir ömrünüzde İzlanda’yı mutlaka görmelisiniz... Bunu, İzlanda ile ilgili beklentileri hat safhada olan ve buna rağmen o topraklara ayak bastığında beklentilerinin kat be kat üzerinde deneyimler yaşamış biri olarak diyorum… 1963’te ortaya çıkmış Surtsey adasını, 1920’lerde oluşmuş ve her an yok olması beklenen bir gölü, sürekli buharlar tüten dağları, fokurdayan çamurları, daha yeni oluştuğu için rüzgarın henüz şekillendiremediği sipsivri dağları, buzulların altında halen kaynayan ve 2010'da

patlayan Eyjafjallajökull gibi volkanları, 1000 yıl öncesinin volkanlarının püskürttüğü, katılaşmaya başlamış, üstü likenlerle kaplı ama üzerine basınca yumuşacık yorgan hissi veren zemini, Avrupa’nın en güçlü çavlanını bir arada başka nerede görebilirsiniz ki? Gerçekten de İzlanda’da olmak, bambaşka bir gezegende dolaşmak hissi veriyor insana… Temiz havanın yarattığı berraklık harika fotoğraflar çekmenizi sağlıyor sağlamasına ama hiçbir fotoğraf İzlanda’yı bu berraklığın arasından led ekran kalitesinde kendi gözlerinizle görmenin yerini tutamıyor… İzlandalıların çevre hassasiyeti sayesinde, bu güzel memleket aslında koruma altında ama tabiat ananın nasıl bir sürprizle bu adayı ne zaman ne şekle sokacağını hiçbirimiz bilmiyoruz… O yüzden en iyisi mi siz, gecikmeden neredeyse bakir bu toprakları ziyaret etmeye bakın…



Genel Bilgiler
İzlanda’yı seyahat için yakın zamana kadar sadece yaz mevsimi tercih edilirken, artık kış mevsiminde de turizm çok aktif. Sıcaklıklar yazın en fazla 17 derecelere ulaşıyor, kışın ise eksi 10’lara kadar düşebiliyor. Ama hangi mevsimde giderseniz gidin, yanınıza mutlaka polar, mont, bere, eldiven almayı unutmayın. Yazın güneş batışı 23:00’e kadar uzayabiliyor, kışın ise güneşin sadece 5 saat görüldüğü dönemler var.






Az sayıda da olsa, Türkiye’den İzlanda turları düzenleyen şirketler var. Ama dilerseniz, kendiniz de rahatlıkla bireysel seyahat planlayabilirsiniz: turizm İzlanda’da önemli bir sektör ve bu nedenle ülkedeki tüm düzenlemeler turistlerin yaşamını kolaylaştırıcı nitelikte. Neredeyse herkes İngilizce konuşabildiği için iletişim de bir sorun yaratmıyor.






İzlanda için Schengen vizesi gerekiyor. Türkiye’den direkt uçuş yok, ama her gün İskandinav ülkeleri bağlantılı Reykjavik uçuşu bulabilirsiniz.


Bir tura bağlı olmadan gidecekler için, önceden güzergah belirleyip, buna göre Internet’ten araç ve tur rezervasyonları yapılmasında fayda var. Kısa süreli helikopter turu, balina gözlem turu ve “monster truck”larla siyah çöl geçişini deneyimlemenizi özellikle tavsiye ederim. Balina gözlem turları deniz kıyısındaki her şehirde var, ama Husavik’te balina görme şansı % 98 olduğu için turistler, bu bölgeyi tercih ediyor. Özel bir koruma politikasına tabi olan midilliden biraz büyük boyuttaki İzlanda atları ile yapılan turlar da hayli revaçta.



İzlanda’da sadece 320.000 kişi yaşıyor. Okuma yazma oranı % 100 ve dünyanın kişi başına en çok sayıda kitap yayınlanan ülkesi olma özelliğini taşıyor. Ortalama yaşam süresi ise 79.7 yıl. Kısa bir süre önce yapılan DNA araştırmasında, ülkenin göç almamasının da etkisiyle, nüfusun kökenlerinin adaya ilk ayak basmış olan Vikinglere, İskoçlara ve İngilizlere dayandığı ortaya çıkmış.


İlginç bilgiler:

İzlanda’da aktif 30 volkanın hepsi kadın ismi taşıyor

Soyadı geleneği çok değişik: erkek çocuklar babanın ilk adının sonuna “son” eklemesiyle oluşmuş bir soyadı taşıyor, kız çocuklar ise, babanın ilk adının sonuna “dottir” eklemesiyle oluşmuş bir soyadı taşıyor. Kadın, evlenince kocasının soyadını almıyor, kendi soyadını devam ettiriyor. Yani anne-baba ve 1 kız çocukla 1 erkek çocuktan oluşan bir ailede herkesin ayrı bir soyadı oluyor!!!




Yeni yapılan bir araştırmaya göre, İzlanda halkının büyük bir kısmı elflerin, cinlerin ve perilerin gerçek olduğuna inanıyor ve halkın % 41’i ölümden sonraki dünyayla iletişim kurduğunu iddia ediyor!!!

İzlanda atını korumak için, yurtdışından ülkeye at girmesi yasak ve yarışmalar için yurtdışına giden İzlanda atlarının ise bir daha ülkeye geri dönmesi yasak.



NASA, 1960’ların sonunda Apollo 11 ekibinin uzay şartlarına alıştırma eğitimini İzlanda’da lav tarlalarında organize etmiş









Jules Vernes’in 1864’te yazdığı ünlü “Dünyanın Merkezi’ne Yolculuk” kitabı ülkenin batısındaki Snaefellsjökull buzulunun içinde geçiyor.

Kışın ağıllarda tutulan koyunlar, yazın otlamaları için serbest bırakılıyor. Yaz biterken, kulaklarındaki çiplerle GPRS sistemi üzerinden takip edilerek sahipleri tarafından geri toplanıyor.

Adının sonu “vik” ile biten her kasaba ve şehir bir fyord, adının sonu “foss” ile biten her mekan ise bir “şelale” içeriyor.

Kırsal alanda birçok bölgede üst üste yığılmış taşları göreceksiniz. Bunlar maalesef turistlerin yaptığı bir tür “dilek” taşları. İzlanda kültüründe hiç yeri yok. Hatta İzlandalılar bunları görünce çok rahatsız oluyor ve ellerinin tersiyle bu taş kulecikleri yıkıyorlar.

Nereler Gezilir, Görülür?

 
Reykjavik’e yaklaşık yarım saat uzaklıktaki “Blue Lagoon” (Mavi Lagün) en soğuk havada bile içinde yüzebileceğiniz sıcak su havuzlarıyla ve mavi ile beyazın birbirine karıştığı doğasıyla turistlerin bir numaralı destinasyonu. Kişi başı 65 Avro ödeyerek, bornoz, havlu ve bir içecekten oluşan paketi satın alıp, tüm gününüzü bu termal havuzda geçirebilirsiniz. Yalnız havuzdan çıkınca saçlarınızın sertleşmesini önlemek için mutlaka saç kremi kullanın. Tesis içindeki kafede ya da füzyon mutfağı ağırlıklı Lava isimli restoranda yemek de yiyebilirsiniz.



Reykvajik’in alameti farikası olan ve dünyanın bir azize adanmamış tek kilisesi olma özelliğini taşıyan Hallgrim kilisesine bir Pazar günü saat 10:00 sularında giderseniz, ülkenin özünü oluşturan bazalt kayalardan esinlenilmiş mimariyi görmenin yanı sıra harika bir org konseri dinleme şansını da yakalamış olursunuz. Asansörle kuleye çıkıp şehri kuşbakışı seyretmeyi de aman unutmayın.





Ülkenin 900’lü senelerde İskoç rahipler ve Vikinglerle başlayan tarihçesini görsel olarak öğrenmek için, Perlan (Pearl-İnci) isimli binanın içindeki Saga Müzesi’nde yarım saatlik bir gezi yeterli olacaktır. Aynı bina içinde güzel bir kafe, sadece akşam yemeği servisi yapan bir restoran ve hediyelik eşya mağazaları da mevcut.



Gayzer coğrafi oluşumuna adını veren kaynaçları ile ünlü Geysir mutlaka görülmesi gereken bir mekan. Her ne kadar 60 metre yukarıya sıcak hava püskürten ana gayzer artık günde 1-2 defadan fazla püskürtme yapmıyorsa da, yanındaki ikinci büyük gayzer halen 4 dakikada bir 20 metre yukarıya su püskürtmeye devam ediyor. Bu doğa harikasını seyretmek müthiş bir keyif. Ama dikkat: her hafta ortalama 7 turist gayzere çok yaklaşarak, 100 derecelerde bir ısısı olan bu suyla kendini yakıyor.












Amerika ve Avrasya tektonik plakalarının birbirinden ayrıldığı (ve her sene 1,5 santimetre daha ayrılmaya devam ettiği) Thingvellir 2004’ten bu yana Unesco Dünya Mirası listesinde yer alıyor. 930 senesinden 1760’lara kadar ülkenin dönemsel toplanan meclisi ve mahkemesi Althingi’ye ev sahipliği yapan bu doğal merkez bugün hem tarihi anlamı hem de doğal güzellikleri ile turistlerin en sık geldiği yerlerden biri olma özelliğini taşıyor.







İzlanda tam bir çavlanlar diyarı: Avrupa’nın en güçlü şelalesi olan Dettifoss, buzullardan gelen kahverengi sularının muazzam ivmesiyle baş döndürücü ve hipnotize edici bir özellik taşıyor. Daha yeşil, daha berrak ve bu nedenle de daha “romantik” olan Altın Çavlan Gulfoss ve Tanrıların Çavlanı Godafoss da mutlaka ziyaret edilmesi gereken doğa harikaları arasında. Arkasına geçilebilen tek çavlan olan Seljalandsfoss da oldukça etkileyici. Şelalelere giderken yanınızda yağmurluk bulundurmayı unutmayın, o kadar yakına kadar gidebiliyorsunuz ki adeta şelale içine girip yıkanmış kadar oluyorsunuz.




Trekking meraklıları için 2300 yıl önce oluşmuş Myvatn Gölü ve hemen yakınındaki ve elflerin yuvası olduğuna inanılan Dimmuborgir’de doğa içinde keyifli yürüyüş imkanları mevcut.



Jökursarlon Buzul Gölü’nde hem karada hem de suda giden araçlar içinde kısa bir gezi, mavinin çok çeşitli tonlarını taşıyan buzul parçalarını görmek ve fotoğraflamak için mükemmel bir fırsat.













Svitafelljokull buzulunun çok yakınına kadar gitmek hatta profesyoneller ya da ekipmanları ve rehberleri olan amatör dağcılar için buzullarda yürüyüş yapmak da mümkün. Tabii, buzula yaklaşırken burada buzul tırmanışı yaparken kaybolmuş dağcıların adına yazılmış plaketleri gördükçe insanın içi burkuluyor.



Skogar Folk Müzesi, 1970’lere kadar içinde yaşanmış olan çim evleri ile mutlaka ziyaret edilmesi gereken, ülkenin etnoğrafik olarak tanınmasına imkan tanıyan bir müze. Müze alanında ayrıca yine yakın zamana kadar kullanıma açık olan bir okul, bir kilise ile ziyaretçilere hizmet veren restoran ve müze mağazası da yer alıyor.








Namaskard kaynayan gri çamur havuzlarının bulunduğu, başka bir dünyada olduğunuzu hissettirten, topraktan, tepelerden, dağlardan buharların tüttüğü, kesif kükürt kokusuyla kaplı çok farklı bir mekan. Böylesine bir doğayı başka yerde bulmanız mümkün değil, gezi güzergahınızda mutlaka yer almalı.



Simsiyah kumları, eşi benzeri bulunmayan kaya yapıları ve azgın deniziyle dünyanın sayılı plajları arasında yer alan Vik ise, yine mutlaka görülmesi gereken bir sahil. Tabii ki bu plajda yüzmek hem suyun ısısı hem de kum ve dalganın oluşturduğu girdaplar nedeniyle imkansız ama doğanın bu ücra köşesinde, dalgaların ve kutup martılarının seslerini dinleyerek ruhunuzu bir daha kolay kolay fırsatını bulamayacağınız şekilde arındırabilirsiniz.


İzlanda'nın, ülkenin kuzeyinde yer almakla birlikte, Gulf Stream akıntısı sayesinde nispeten ılımlı bir iklimin yaşandığı ikinci en büyük kenti olan Akureyri'de ise, ziyaret edenleri şaşkınlığa sürükleyen, rengarenk bir botanik bahçesi yer alıyor. Yolunuz buraya düşerse, bu dünyaca ünlü botanik bahçesini görmemezlik etmeyin sakın. 


İzlanda'nın, ülkenin kuzeyinde yer almakla birlikte, Gulf Stream akıntısı sayesinde nispeten ılımlı bir iklimin yaşandığı ikinci en büyük kenti olan Akureyri'de ise, ziyaret edenleri şaşkınlığa sürükleyen, rengarenk bir botanik bahçesi yer alıyor. Yolunuz buraya düşerse, bu dünyaca ünlü botanik bahçesini görmemezlik etmeyin sakın.







Ne yenir, ne içilir?


Her ada ülkesinde olduğu gibi İzlanda’da da balık ürünleri oldukça yaygın. Özellikle morina balığı her menüde karşınıza çıkıyor. Pirinç, safran ve köri ile pişirilmiş soslu morina yemeği özellikle otellerin vazgeçilmez menüsü. Istakoz ve yengeç türleri de hayli yaygın. Bozuk köpek balığı eti, nadir bulunsa da, İzlanda mutfak kültürünün geleneksel bir öğesini oluşturuyor. Kurutulmuş balıklar ise, özellikle ısınmak için, alkollü bir içecek olan Brennivin ile birlikte atıştırmalık olarak günün her saatinde yenebiliyor.

Balina eti, her ne kadar çevrecilik etiği kapsamında tartışmalı bir konu ise de, İzlanda kültüründe önemli bir rol oynuyor. Deniz mahsulleri ağırlıklı restoranlarda tadımlık olarak sunuluyor.

Yine İzlanda kültürünün bir uzantısı olarak at eti ve kutup martısı (puffin) etinden yapılma yemekleri ve İzlandalıların atası Vikinglerden gelen ananelere uygun koyun kafası, koyun bağırsakları, koyun hayaları ile yapılan geleneksel yemekleri özel restoranlarda bulabilirsiniz.

Hayvancılık İzlanda’nın çok önemli bir başka sektörü ve tüm ovalar, vadiler, yamaçlar yaz boyu serbestçe otlayan koyunlarla dolu. Bu durum, İzlanda mutfağına da yansıyor: yemeklerin büyük bir kısmı, yanında patatesten yapılma farklı farklı garnitürler eşliğinde koyun ağırlıklı et yemeklerinden oluşuyor. Özellikle ekmek bana bana yenen gulaş kırsal kesimde büyük rağbet görüyor.

Tatlı bir tür yoğurt olan “skyr” İzlandalıların vazgeçilmezi. Kahvaltıdan akşam yemeğine her öğünde mutlaka “skyr” yeniyor. Marketlerde, kafelerde, hatta sokaktaki büfelerde bile çeşit çeşit “skyr” bulmak mümkün .


İzlanda’nın kahveleri de pek meşhur: ülkenin en ücra köşesindeki en salaş büfeden bile çok lezzetli kahveler satın alabilirsiniz. Kahvenin yanında bizim pişilere benzeyen, İzlanda “doughnut”ı denen “kleina” isimli çörekten de yemek adetten.





Alttaki jeotermik aktivitenin ısıttığı toprakta 24 saat boyunca pişirilerek yapılan hafif tatlı bir tadı olan özel ekmeği, “plokkfiskur” adı verilen balıklı bir ezmeyle aperatif olarak yemeklerden önce tatmak da bir başka gelenek.

Ülkenin temiz su kaynakları sayesinde, tüm musluk suları içilebiliyor.

Ne Satın Alınır?

Ülkenin para birimi İzlanda kronu. Ülkenin çok pahalı olduğu yönündeki görüşler, gözle görünen kalıcı bir etkisi olmasa da, 2008’deki ekonomik kriz sonrası değişmiş. İzlanda pahalılıkta İstanbul’dan hiç farklı değil.

Ülkenin yün ürünleri çok kaliteli. Her yerde yünden yapılmış bere, eldiven, çorap, kazak bulmak mümkün. Ülkenin 1926’da kurulmuş olan outdoor giyim markası North 66’nın ürünleri de hem fiyat hem de kalite açısından turistlerin ilgisini çekiyor.


Lav taşlarından yapılma kolye, bilezik ve küpeleri her turistik mağazada bulmak mümkün.

Nerede Kalınır?

Büyükşehirlerde her bütçeye göre otel bulunabiliyor. Reykjavik’teki Hotel Borg hem merkezi konumu, hem de art deco dönemi dekorasyonu ile bütçe imkanı olan turistlerin bir numaralı tercihi



Büyük şehirlerin dışında konaklama ile ilgili beklentileri yatak, duş ve sıcak yemeğe indirgemekte fayda var, “basit ve kullanışlı” ilkelerine dayanan bir konaklama anlayışı kırsal kesime hakim.

Kırsal kesimde, kışın yatılı lise olarak kullanılan, yazları ise turistler için otel olarak hizmet veren çok sayıda otel var. Ülkeyi bir baştan diğerine dolaşan turistlerin büyük bir kısmı bu otellerde konaklıyor.


İzlanda’danın belki de en otantik oteli ise, Kirkjubaejarklaustur bölgesindeki Islandia Hotel Nupar. Bir lav tarlası içinde, yakınında hiçbir bina olmayan ve konteynırlardan oluşmuş bu otel, içinde her türlü konforu dışarıda ise vahşi doğasıyla insanı büyüleyen bir deneyim imkanı sunuyor.




(Bu yazının Hürriyet Seyahat'te yayınlanan versiyonuna http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/24544298.asp linkinden ulaşabilirsiniz)


17 Ağustos 2013

KARS: YAZ BİTMEDEN...







  
Kars’ı görmek için yolunuzun oraya düşmesini beklemeyin boşuna… Sözü bile var: “Kars’ı görmek istiyorsan, Kars’a gitmelisin”… Bir zamanların İpek Yolu’nun ana kavşaklarından biri olan, Müslümanların Anadolu toprağına ilk ayak bastığı, ilk namazını kıldığı bu şehir, günümüzde kuş uçmaz kervan geçmez bir uç şehir olmuş kalmış…
Uzun ve çetin kış mevsiminin geçit vermezliği, kısa süreli ilkbahar ve çok daha kısa süren yaz ile sona ermişken, asfalt eriten bir sıcaklıkla boğuşan ve kuraklığın sarısının yeşili çoktan boğduğu İstanbul’dan havalanıp, Kars’a doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 2-2,5 saat süren yolculuğun sonuna doğru, uçağımız alçalmaya başladığında, bizi yemyeşil ve sonsuza uzanan ovalar, çayırlar karşılıyor bu şehirde. Ufacık ama sevimli havalimanının yanında hummalı bir inşaat çalışması sürüyor: 2 yıla kalmaz, Kars’ın yepyeni ve çok daha büyük bir havalimanı olacakmış… Olsun, hatta ne güzel güzel olmasına da, o zamana kadar kaderine terkedilmişliğine de bir çözüm bulunur umarız bu güzel şehrin de o büyük havalimanı bomboş kalmaz bozkırın ortasında…




 

 

Şehre giden yol boyunca, çayırlarda çoğunlukla hanımların otlattığı kaz ve inek sürülerini izleye izleye ilerliyoruz. Şehrin içine girdiğimizde ise, delik deşik, tamirat halindeki yollar ve bu tamiratın yarattığı toz bulutları karşılıyor bizi. Kars’ta geçireceğimiz 3 gün boyunca da, şehir içinde araçla ilerlemek, kent sokaklarının neredeyse tümünde aynı anda başlatılmış ve devam ettirilmemekte olan tamirat nedeniyle imkansız olacak.

Şehir mimarisiyle ilgili 
beklentilerimiz büyük: Rusların 40 yılı aşan hakimiyeti, bu şehirde temelli kalmayı planlamalarının da etkisiyle, günümüzde biraz yemek kültüründe, çokça da mimariyle kendini gösteriyor diye okuduk gelmeden önce. Heyhat, zaman ve ilgisizlik çok acımasız davranmış geride kalanlara: şehrin büyük bir bölümü gerçekten de Rus döneminden kalma binalarla dolu, ama neredeyse hepsi harap, hepsi yarı yıkılmış durumda. Kısa bir süre önce alınan kararla, bu binalar tarihi eser ilan edilmiş ve yıkılmaları yasaklanmış. Ancak restorasyonları o kadar pahalı ki, kimsenin alım gücü bu güzelim binaları eski görkemine kavuşturmaya yetmiyor. Ruslar, ya tek katlı ya da iki katlı yapmışlar binalarını. Tek katlılar daha ziyade mesken olarak kullanılmış, iki katlılar ise devlet daireleri için inşa edilmiş. Kiliseler dışında, o dönemden kalan daha yüksek bina bulmak mümkün değil zira, soğuk kış bastırdığında, güneşin en ufak ışığına bile muhtaç olan bu şehirde, kaldırımlar karlı,  buzlu kalmasın diye böyle bir yönteme başvurulmuş. Günümüzde ise bu binaların büyük bir kısmı devlet dairelerine ev sahipliği yapıyor, geri kalanları ise, mahzun ve boş bir şekilde, kendilerini eski görkemlerine kavuşturacak parası ve geçmişe ilgisi bol yeni sahiplerini bekliyor.

Şehirde ilk istikametimiz Kars Müzesi. Küçük ama çok bakımlı, kendi içinde çok zengin bir müze burası. Girişi ücretsiz olmasına rağmen, tek ziyaretçi biziz. Müzenin ilk katı arkeoloji bölümü, ikinci katı ise etnoğrafya bölümü olarak ayrılmış. Ayrıca çocuklar için de yine giriş katında öğretici bir bölüm oluşturulmuş.






Yontma Taş Devri’nden itibaren kesintisiz olarak bir yerleşim bölgesi olan Kars’ın Urartular’dan Sasaniler’e, Moğollar’dan Romalılar’a, Bizanslılar’dan Selçuklular’a  tarih boyunca tüm hakimlerinin bıraktığı izleri bu küçük müzede görmek mümkün. Bölgedeki ilk Müslümanların Şamanizm’den kalan geleneklerinin İslam’la birleştiği heykelleri ve mezartaşları ise müzenin dingin bahçesini süslüyor.





Müzenin arkasındaki bahçede ise, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adımlarının atıldığı günlerin önemli bir tanığı sergileniyor: bu, üzerinde Osmanlıca ve Rusça yazılar olan bir vagon. İstiklal Savaşı sürerken, yeni kurulmuş olan Sovyetler Birliği’nin Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek olmak için gönderdiği ilk 500.000 altın, bu vagonla gelmiş ve Kazım Karabekir’e bu şehirde teslim edilmiş. Belki de bu topraklardaki tarihin seyrini değiştiren bu vagonu geride bırakıp otelimize doğru yol alıyoruz.

Kars, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunu pençesine alan PKK sorunları ortaya çıkmadan önce özellikle yurtdışı turizminde çok güçlü bir destinasyonmuş. 1985’lere kadar, kalınacak doğru düzgün bir otel bile olmamasına rağmen, her hafta iki üç turist kafilesi gelirmiş. Günümüzde ise, sokaklarda turist niyetine bir biz varız, bir de gözümüze çarpan iki üç yabancı çift. Halbuki oteller çok daha iyileşmiş, sayıları artmış, güvenlikle ilgili hiçbir sorun yok ama o önyargı ve yerel yetkililerin boşvermişliği, turizmi burada öldüresiye baltalamış.

Kars’taki ilk yemeğimiz, bize sitayişle tavsiye edilmiş olan Kars Kazevi’nde. Son derece mütevazı, hatta sıradan denebilecek bir ilk izlenim bırakan bu mekana adım attığımızda, “övülecek ne var burada” diye düşünmeden edemiyoruz. Ama ilerleyen dakikalar ne kadar yanıldığımızı gösteriyor. Kars’ı ziyaret etmiş ünlülerin ve devlet adamlarının fotoğrafları ile duvarları süslenmiş bu mekanı gerçekten eşsiz kılan, leziz yöresel yemekleri olduğu kadar kurucusu ve işleticisi Nuran Teyze… “Hükümet gibi kadın” ifadesinin canlı abidesi adeta Nuran Teyze. Güçlü Anadolu kadınının destanlardan fırlamış bir sureti. Başında geleneksel başörtüsü, günlük yöresel elbisesinin üzerine giydiği tayyör ceketi ve etkileyici tok sesiyle size Kars’ı ve kaz yetiştiriciliğini öyle bir anlatıyor ki, kendinizi bu şehre, bu şehrin tanıtılmasına adamak istiyorsunuz o anda.

Aynı zamanda Kaz Yetiştiriciliği ve Irkını Devam Ettirme Derneği’nin kurucusu ve başkanı olan Nuran Teyze, kaz yetiştiriciliği konusunda önde gelen bir uzman olmuş, Birleşmiş Milletlerin ilgili komisyonlarından, Boğaziçi Üniversitesi’nin sempozyumlarına kadar birçok ortamda konuşmacı olarak bulunmuş. Hatta öyle ki, Kars ya da kaz yetiştiriciliği ya da kaz yemekleri konusunda herhangi bir bilgiye ulaşmak isteyen araştırmacıların, gazetecilerin ilk başvurduğu adres olmuş. Aynı zamanda kadınlara iş imkanları sunulması konusunda da çalışmaları olan Nuran Teyze, işletmesinde pozitif ayrımcılık yaparak, sadece kadınlara iş veriyor. Bütün bunları yaparken, devletten herhangi bir destek almayan Nuran Teyze’nin bizden tek bir talebi var: “lütfen sesimizi duyurun” diyor, bu şehrin tanınmasına, turizmine destek olun diyor…


Nuran Teyze’nin kendi elleriyle yaptığı yemekler ise adeta bir şölen… Ekmek yerine “kete” adı verilen bir hamur işi var sofrada, biraz mısır ekmeğini andıran bir tat. Önden “ayran aşı” adı verilen bir çorba geliyor. Rayihası bol, içinde yörenin çok çeşitli otları bulunan leziz bir çorba. Ardından, hamur işi sevenlerin bayılacağı, adı “hangel” olan bir ara sıcak servis ediliyor: kare kare kesilmiş hamurlar, üzerine yoğurt, karamelize edilmiş soğan ve biraz tereyağı. Artık hamurunda mı, yoğurdunda mı tadı bilinmez ama bu sade yemek mest ediyor insanı. Artık yemek yiyecek yerim kalmadı derken geliyor ana yemeğimiz: kaz eti ve kazın suyunda pişirilmiş bulgur pilavı. Kars’taki kazlar suni yemle beslenmediği, yol boyunca uzanan çayırlarda otladığı için, eti bir başka olurmuş. Gerçekten de başka hiçbir yerde yediğimiz kaza benzemiyor buradakinin tadı. Nuran Teyze’ye Fransız mutfağının değerli yemeği “kaz ciğeri”ni soruyoruz. Doğal ortamda beslenen kazın ciğeri küçük olurmuş, o yüzden Kars’ta kaz ciğeri makbul değilmiş. Fransa’daki kaz ciğeri için, hareket etmeden yetiştirilen, özel bir beslenmeye tabi tutulan kazlar gerekliymiş.



Nuran Teyze ile sohbet keşke hiç bitmese desek de, ertesi gün yolumuz uzun olduğundan, saatler daha da ilerlemeden ayrılıyoruz Kars Kazevi’nden. Temmuz ortasında polar giyiyor olmayı garipsemiyoruz zira sokaktaki soğuk, İstanbul’ın kış aylarını aratmıyor bize.
Kars’taki ikinci günümüze heyecanla uyanıyoruz, istikametimiz Ani Harabeleri. Daha 15-20 yıl öncesine kadar, Ani Harabeleri’ne gitmek için, önce Kars Müzesi’nden sonra da Kars Emniyet Müdürlüğü’nden özel izinler almak gerekiyormuş, hatta Ani Harabeleri’nde fotoğraf çekmek bile yasakmış. Neden mi? Çünkü bir adım öteniz, bugünün Ermenistan, dünün ise SSCB sınırı… Neyse ki, günümüzde artık bu tür formaliteler kalmamış.


 Yaklaşık 1 saat süren yolculuğumuz sonunda, önce Ocaklı Köyü’ne varıyoruz. Ani Harabeleri’nin kıyısında kurulu ve hayvancılıkla uğraşan bu küçük köyün sakinleri, yediden yetmişe bize el sallayıp duruyor. Turistik yörelerin alışılmış satış tezgahları yok burada, hatta içecek bir su, bir meşrubat alacak bir küçük bakkal dükkanı bile yok. O derece ücra ve el değmemiş bu topraklar.


Köyü yürüyerek geçip, Ani Harabeleri’nin devasa surlarının önüne geliyoruz. Öyle bir ihtişam karşılıyor ki bizi, insanlık tarihinde küçücük bir nokta olduğumuzu iliklerimize kadar hissediyoruz. İç kapıdan geçip, arkeolojik kazılarda daha sadece % 15’i gün yüzüne çıkartılmış katman katman tarihin içine dalıyoruz. Bastığımız her karış toprağın altında tarih yatıyor, ürperiyoruz.




Bir yanda, Anadolu topraklarında inşa edilmiş olan ilk cami özelliğini taşıyan Mahiçehr Camii, diğer yanda Ateşgede Zerdüşt Ateş Tapınağı, sağda bir Gürcü kilisesinin kalıntıları, ileride gotik mimari tarzı çıkmadan 2 yüzyıl önce aynı teknikle inşa edilmiş Katedral, nam-ı diğer Fethiye Camii – zira Müslümanların Anadolu toprağında namaz kıldığı ilk yer burası -, biraz daha ileride, Ermeni tarihini anlatan çizimleri günümüze kalan tek kilise özelliği ile bilinen Tigran Honents Kilisesi, onun az ilerisinde Selçuklulardan kalan bir hamam…. Burası insanlığın tarihçesi adeta…





Ve Arpa Çayı’nın oluşturduğu sınırın ötesinde Ermenistan…. Ani Harabeleri’nde dolaştıkça, insanoğlunun yarattığı kavramları, sınırlamaları, yaftalamaları, önyargıları sorgulayıp duruyor dimağımız ve isyan ediyoruz yüzyıllardan geriye kalanların birliktelik ve beraberlik olacağına salt ihtişamla yükselen taşlar olmasına…







Yarım günümüzü alıyor Ani Harabelerini gezip dolaşmak. Temmuz ayında Kars’ın serinliği olmasa, tek bir ağacın gölgesi bile bulunmayan bu yerde, bu geziyi yapmak ne mümkün? Rotamızı daha serin bir bölgeye, Çıldır Gölü’ne çeviriyoruz. Yaklaşık 2200 metre yükseklikte bu göle doğru ilerlerken, sağanak yağmur bizimle birlikte geliyor gittiğimiz her yere. Arabanın camından gördüğümüz aralarına sarı, mor çiçeklerin serpiştirildiği yemyeşil çayırlar, uçsuz bucaksız ve hayvan sürüleri öbek öbek. Kışın donduğunda, üzerinde atların çektiği kızaklarla yarışlar düzenlenen Çıldır Gölü’nün kıyısında Atalay Yeri’ne giriyoruz.


 
Yağmur yeni dinmiş, her yerde ıslak çimen ve toprak kokusu buram buram. Karşı kıyıda bir yerlerde yağmur devam ediyor, görüyoruz kara kara bulutları rüzgarla hareket ederken. Atalay Yeri’ne balık yemeye geldik gelmesine de, balıklar artık Çıldır’da bulunmuyormuş. Neden diye soruyoruz, İsrailliler göle diğer canlıları öldüren bir balık türü saldı, sabote etti diyorlar. Neden bunu yapsınlar sorusunun cevabı yok, neden İsrailliler sorusunun cevabı yok, inanmışlar buna besbelli nedensiz sebepsiz. Biz de, başka bir yerden getirilmiş alabalıkları yiyoruz burada. O kadar saattir aç açına yoldayız, yağlı mağlı dinlemeden önümüze konanı silip süpürüyoruz.



Şehre dönüşümüz sessiz geçiyor, tarih ve doğa bombardımanına tutulmuş ve bitap düşmüş gibiyiz. Otelde kısa bir dinlenme sonrası, ilginç bir gece bizi bekliyor. Eski bir Rus evinin içine kurulmuş olan KARStore’dayız bu akşam. Esasen bir restoran burası ama aynı zamanda Kars’ta turistik eşya ve yöreyle ilgili kitaplar satan da tek yer. Küçük bir alışverişten sonra, bize ayrılan yere geçiyoruz. Masada yöreye özgü peynirler ve kırmızı şarap bizi bekliyor.

Ana yemeğin gelmesini beklerken, iki genç sahne alıyor. Birinin elinde akordeon, diğerinde nağara (tefe benzeyen küçük bir el davulu). Azeri türkülerini onların yanık sesi eşliğinde söylüyoruz. Ardından ana yemeğimiz geliyor: maşrapalar içinde fırınlanmış etli türlü, yanında yufka… Şöyle yememiz gerekirmiş: yufkayı küçük küçük parçalara bölüp tabağımıza koyacağız, sonra maşrapadan yemeğin suyunu üzerine boşaltacağız, yufkalar iyice yumuşayacak suyun içinde ve kaşıklayarak bir yufkalardan, bir de maşrapanın içindekilerden yiyeceğiz. Doğrusunu yapmaya çalışarak yiyoruz bu yöresel yemeği.  



Biz yemeğimize devam ederken, iki aşık sahne alıyor ve aşık atışması başlıyor. Doğaçlama sanatının topraklarımızdaki atası diyebileceğimiz bu performans bizi yeri geliyor güldürüyor, yeri geliyor hüzünlendiriyor, yeri geliyor utandırıyor, yeri geliyor derin derin düşündürtüyor. Aşık Bilal Ersarı’nın dilinin kemiği yok: korkusuzca, çekinmeden politikacıları, sanatçıları, gündemi, hatta Avrupa Birliği’ni eleştiriyor da eleştiriyor. Dediğine göre eleştirmeyeceği ve eleştirtmeyeceği tek kişi varmış: Mustafa Kemal Atatürk… bunu söylediğinde restoranımız alkışlarla inliyor.






Sazla sözle geçen gecemizin ardından Kars’taki son günümüz başlıyor. Sabah Kars’ın meşhur kaymağı, balı ve peynirinden oluşan kallavi bir kahvaltı yapıp, Sarıkamış’a doğru yola çıkıyoruz. Ufukta Allahuekber Dağları belirdikçe, suskunlaşıyoruz, donuklaşıyor adeta bakışlarımız. Bu topraklar da, tıpkı Çanakkale gibi, bağrındaki onbinlerce şehidin hüznüyle yoğrulmuş sanki. 1914 senesinin Aralık ayında, aklı ihtirasına yenilmiş Enver Paşa’nın ayağında çarığıyla savaşmaya değil donarak ölmeye gönderdiği 60.000 askerimiz bu topraklarda mezarsız yatıyor. Yoldaki “Allahuekber Dağı Şehitliği”nde Mehmet Akif Ersoy’un “bir hilal uğruna ya Râb, ne güneşler batıyor” dizelerini  ve daha onyedisindeki, yirmisindeki sıra sıra şehit isimlerini okudukça, gözlerimiz tarihin utancıyla yerden kalkamaz oluyor.



 


Şehitlikteki kısa moladan sonra, Sarıkamış yoluna devam ediyoruz. Sarıkamış da tıpkı Kars gibi, Rusların adeta asla gitmemek üzere bina inşa ettikleri bir bölge olmuş. O dönemden kalan askeri binalar, halen Türk ordusu tarafından kışla olarak kullanılıyor. Kentin kuzeyinde, kış turizmine yönelik oteller ve Temmuz ayında yemyeşil vadiler olarak uzanan kayak pistleri görülüyor. Sarıkamış’ın içinde ise erkek egemen bir hava hakim. Kars’ta kadınlar ne kadar sokaktaki günlük hayatın ayrılmaz bir parçası ise, Sarıkamış’ta o kadar kapanmış evlerine: sokaklardaki tek kadınlar biziz. Burada yüzler hiç gülmüyor, bakışlar hep öne eğik, aman gözgöze gelmeyelim dercesine. Halbuki Kars’ta o kadar insan canlısıydı ki ahali, hep gülümseme, hep sohbetle geçmişti sokaklardaki her anımız.







Sarıkamış merkezde, oturup çay, kahve içebileceğimiz bir yer bile bulamıyoruz maalesef ve kentin güney tepelerindeki Katarina Av Köşkü’ne tırmanmaya başlıyoruz. 1880’lerin muhteşem mimarisinin çökmek üzere olan bir örneği var karşımızda. Onca bakımsızlığa rağmen, halen çok azametli bir görüntüsü var binanın. Aklımızdan hemen bu binayı restore edip neler yapılabileceğine dair hayaller geçiyor rutubet kokan odalarını tek tek gezerken.






Sarıkamış’taki kalışımızı çok uzatmadan Kars’a dönüş yoluna koyuluyoruz. Şehirdeki son birkaç saatimizde, şehrin sokaklarında dolaşmayı planladık. Önce, Kars’ın ünlü peynirlerinden ve balından almak için, namı ülke çapına yayılmış Büyük Zagotlar mağazasına giriyoruz. Aslında mandıralarını da ziyarete açmışlar ama zamanımız olmadığı için üzülerek mandıra ziyareti tekliflerini geri çeviriyoruz.

Tadımlık kaşar ve gravyer peynirleri, tereyağı ve bal ise unuttuğumuz tatları yeniden yaşatıyor bize. İstanbul’a kargoyla 1 gün içinde gönderim yaptıklarını öğrenince, hemen siparişlerimizi veriyoruz.

   




Ardından, Yıldız Halı ve El Sanatları mağazasına uğruyoruz. İkinci bir örneği olmayan eşsiz halıları tek tek dinliyoruz sahibinin ağzından. Hangi halıdaki hangi motif, neyi temsil ediyor, tek tek anlatıyor bize mağaza sahibi, gözleri ışıl ışıl anlatırken, belli ki çok seviyor bu işi. Zaten halı koleksiyonculuğuyla başlamış bu işe, sonra bakmış çok birikmiş halılar, satış işine de girmiş. Ama hadi şu halıyı alayım dediğinizde, sanki duymamış gibi yapıyor, birkaç kere daha tekrar etmeniz gerekiyor, adeta ayrılmak istemiyor hiçbir halısından.
 



Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, ayrılıyoruz buradan da ve istikametimiz, dedesinin görevi nedeniyle çocukluğunun bir bölümünü Kars’ta geçirmiş olan  Namık Kemal’in Evi... Günümüzde bu ev bir sanat merkezi olarak kullanılıyor. Şehrin gençleri bize Kafkas danslarından oluşan kısa bir gösteri sergiliyorlar. Zor bir dans bu, o yüzden gösterideki aksaklıkları hiç dikkate almıyoruz, yöre gençlerinin isteği, şevki ve gözlerindeki ışıltıyı dakikalarca ayakta alkışlıyoruz.




Son öğle yemeğimizi, Kars’ın kadınlara yönelik başarılı çalışmalarının bir başka örneği olan Kadıneli Restoran’da yedikten sonra, bizi İstanbul’a, şehrin karmaşasına geri götürecek uçağımızın yolunu tutuyoruz… Aklımızda tek bir şey var: en kısa zamanda Kars’a geri gelmeliyiz, hem de bu sefer kara kışın hüküm sürdüğü o soğuk günlerde...
Bu yazının Hürriyet Daily News'da yayınlanan İngilizce versiyonuna http://www.hurriyetdailynews.com/seeing-kars-before-the-summer-ends.aspx?pageID=238&nID=52668&NewsCatID=379 linkinden ulaşabilirsiniz