25 Mart 2012

VENEDİK: 30 SAATLİK BİR KAÇAMAK




Bu kez çok farklı bir seyahat programımız var: uçak, havalimanı transferi ve otel dışında başka hiçbir plan yok. Sadece gönlümüz ne isterse onu yapacağımız bir hafta sonu... Hatta tam bir hafta sonu bile değil, Venedik'te geçireceğimiz süre sadece 30 saat... 

Cumartesi sabahı THY uçağıyla yola çıkıyoruz. Marco Polo havalimanına vardığımızda yerel saat 9:30. Gelmeden önce Internetten rezerve ettiğimiz deniz taksi (daha doğrusu deniz dolmuş) bizi bekliyor. Amerikalı bir çiftle paylaşıyoruz havalimanından Venedik'e olan yolu. Karayollarındaki şeritler yerine denize çakılmış üçlü kalaslarla oluşturulmuş şamadıralı deniz yolunda, son sürat ilerliyoruz. Mart ayında olmamıza rağmen, şanslıyız: bulut yok, gökyüzü masmavi, bir kazak üzerine de bir ince montla gezebilecek bir hava...


Büyük Kanal'dan şehre giriyoruz, sağlı sollu eski ama azametini koruyan binalar, iplere asılmış kurumayı bekleyen çamaşırlar, farklı yönlere gidip gelen tekneler, botlar, gondollar, kafamızdaki Venedik önyargılarıyla pek de örtüşmeyen grafitiler, dar kanallarda hafif bir küf ve nem kokusu, büyüklü küçüklü köprüler ve her tarafta ve her anda, suyun dinginleştirici sesi...








  
Bize rüya gibi gelen bu kısa deniz yolculuğu sonrası San Marco'ya varıyoruz... ve burada bizi yüzlerce, hatta binlerce turist karşılıyor... kulağımıza çalınan diller içinde İtalyanca neredeyse yok, o kadar turist kaynıyor burası. Palazzo Ducale yani Dükler Sarayı'nın önünde içeriye girmek için, Aziz Mark Çan Kulesi önünde kuleye çıkıp şehri panaromik seyretmek için bekleyen uzun kuyrukları görünce, dönüp birbirimize bakıyor ve 36 saatlik kaçamağımızın hiçbir anını bu şekilde harcamamaya karar veriyoruz... Seyahatimiz sadece gezip dolaşma gezisi olacak, bildiğimiz anlamda kültür boyutu taşımayacak.
Vakit otele giriş yapmak için daha erken olduğundan, otele gitmeden önce San Marco Meydanı'nın meşhur kafelerinden birinde oturuyor, sevimli bir küçük orkestranın çaldığı müzikler eşliğinde bir yandan kahvemizi yudumluyor, bir yandan önümüzden akıp geçen insan selini seyrediyoruz, keyfimiz pek yerinde.

  


Check-in saati geldiğinde, San Marco meydanına gerçek anlamda yürüyerek sadece 2 dakika mesafede olan otelimiz Hotel Cavalletto Best Western'e geliyoruz. Resepsiyon ve lobi minyatür boyutta adeta ama otelde vakit geçirmek gibi bir niyetimiz zaten yok.


 Odamız ise, kanala bakıyor, tam da gondol durağına, pencereden manzarası keyifli. Dekorasyonu hayalimdeki Venedik'le az çok örtüşüyor: yıpranmış, eski ama geçmişin sade görkemini halen taşıyan mobilyalar ve gösterişli bir Murano avize...


Küçük valimizi odamıza yerleştirip, öğle yemeği için bir mekan arayışına başlıyoruz. Tripadvisor'a bile bakmadık alternatifler için, gözümüz nereyi beğenirse orada yiyeceğiz. San Marco'ya yakın ama buna rağmen gayet sessiz ve sakin bir köşede Ristorante Colombo'yu keşfediyoruz. Dışarıdaki masalarıyla çok sevimli buluyoruz. Garsonumuz şen şakrak ve çok yardımsever. Soğuk deniz ürünlerinden gnochhi'ye, prosciuttodan spagettiye menüde beğendiklerimizi ısmarlıyoruz. Maalesef yemeklerimizin lezzetinden pek memnun kalmıyoruz, hele de hesap gelince, basbayağı turist tuzağına düştüğümüzü anlıyoruz ama olsun... Ortam da güzeldi, sohbet de...



Yemek sonrası çeşit çeşit köprünün üzerinden geçerek Venedik'i geziyoruz. Önceleri daha turistik mekanlardayız. Sokaklarda mim sanatçılarını seyrediyoruz keyifle. Albenili vitrinleriyle maske satan dükkanlar tabii ki ilgimizi çekiyor, tabii ki dayanamayıp maske alıyoruz ve tabii ki o maske aldığımız günden beri kullanılmadan evdeki çekmecede durmaya devam ediyor.



Bir dantel dükkanı görüyoruz. Aslında tam dükkan gibi değil, çünkü içinde bir tür müze gibi bir ortam kurmuşlar, birileri turist kafilelerine dantel nasıl işlenir onu anlatıyor fakat dilerseniz satın alabileceğiniz çeşit çeşit dantel ürün de mevcut, biraz da bu dükkanı geziyoruz.


Ama esas merakımız, turistik olmayan Venedik'i biraz deneyimleyebilmek. Tabana kuvvet, yürümeye devam ediyoruz. Elimizde bir harita bile yok, iç güdülerimizle ilerliyoruz, bir o sokağa giriyoruz, bir öteki köprüden geçiyoruz, tek tek tüm mimari güzellikleri sindirmeye çalışıyoruz. Ve gerçekten de bir süre sonra, turist kalabalığının ve gürültüsünün yok olduğu, sokaklarda daha ziyade elinde çarşı pazar çantasıyla yaşlıların dolaştığı, küçük parklarda çocukların annelerinin gözetimi altında oynadığı küçük meydanlara ulaşıyoruz. Tam aradığımız yer... bir kafede oturup, Venedik'in turistik olmayan havasını solumaya çalışıyoruz. 


Burada geçen yaklaşık bir buçuk saat sonrası, güneşin yavaş yavaş battığını görerek, gerisin geriye San Marco Meydanı'na doğru yol almaya başlıyoruz. Gurub vakti bu meydan çok daha etkileyici oluyor: o baş döndürücü kalabalık azalmış, sokak lambaları yanmış, gökyüzünün koyu mavisi karanlığa yenilmemek için son çabasını sarfediyor... Bir köşeye oturup, bu inanılmaz güzel anların tadını çıkartıyoruz.





Öğle yemeğinde ders almadık ki, akşam yemeği için de yine serbest seçim esasını uyguluyoruz. Öğlen gezerken dar ama dapdar bir sokakta bir restoran görmüştüm, adını bile not almamıştım, onu arıyoruz. Biraz sinir bozucu olan ve aç olduğumuz için olsa gerek, biraz da uzun sürmüş gibi gelen bir arayış sonrası buluyoruz, adı Antica Carbonera, 1894'ten beri varolan bir mekan. Tabii o kadar plansız, programsızız ki bu kez, bir cumartesi akşamı rezervasyon dahi yaptırmadan yer bulamama ihtimalini bile düşünmemişiz... Tabii ki yer yok ama biraz bekleyin diyorlar, biz de dışarıda, dar sokakta sigara içerek bekliyoruz.




Şanslıyız ki çok beklememize gerek kalmadan garsonlar bize yerimizi gösteriyor. İçerideki müşterilerin arasında turist olanların sayısının çok az olduğunu memnuniyetle görüyoruz, çoğunluk İtalyan. Döndükten sonra bu mekan hakkında yapacağımız araştırma sonucunda, Venedikli sanatçıların mesken edindiği bir restorana gelmiş olduğumuzu öğreneceğiz.


Seçim yapmamız için verilen menüdeki bilgileri okuyunca görüyoruz ki bu restorandaki tüm mobilyalar Avusturya Prensesi Sisi'nin Miramar isimli yatından kalmaymış. Oturduğumuz koltukların çok rahat olduğunu söylemek mümkün değil ama bu küçük ayrıntının ortama hoş bir anlam kattığı kesin.


Restoranın bir başka önemli özelliği tüm hamur işlerini yani makarnadan lazanyaya kendi üretiyor olması. Biz de dolayısıyla bol bol hamur işi siparişi veriyoruz. İşin en keyifli yönü ise, masamız cam kenarında ama, bir yandan da sadece iki aşçının arı gibi çalıştığı açık mutfağı da görüyor. Neredeyse tüm gece bu iki aşçının bizim gözümüze ritmik bir dans gibi gelen çalışmasını izliyoruz. Hayatımda yediğim en lezzetli milföyü de burada tadıyorum. Öğle yemeğindeki hayal kırıklığını telafi eden bu harika yemek sonrası bütün gün koşuşturmaktan yorgun argın otelimize dönüyoruz.



Pazar sabahı biraz erken kalkmış olacağız ki, daha kahvaltı yapmak için hiçbir yer açılmış bile değil. O yüzden biraz San Marco civarında dolaşarak oyalanıyoruz. Ardından meydandaki ünlü Caffe Florian'da gerçek anlamda krallara layık bir kahvaltı yapıyoruz: çatal bıçaklar gümüş, kolalı keten peçeteler ve tabii ki tarih kokan bir mekan.





Venedik'e gelirken aklımda mutlaka yapmam gerekir diye aldığım tek bir not vardı: gondol gezisi. Bu şehre 15 yaşımda, 1 aylık bir yaz okulu sonrası birkaç saatliğine uğramıştım. Gondollara bayılmıştım ama o zaman çok pahalı gelmişti, gezememiştim ve tabii ki içimde bir ukte olarak kalmıştı gondol gezisi... Bu hayali gerçekleştirmek için, mükellef kahvaltımız sonrasında, otelimizin karşısındaki gondol durağına gidiyor ve bir goldocuyla anlaşıyoruz. Büyük Kanal boyunca ve isimleri aklımda kalması imkansız birçok daracık kanal boyunca geziyoruz. Keyifli mi, evet tabii ki... Gözümde büyüttüğüm kadar büyüleyici ve hayal ettiğim kadar romantik mi, tabii ki hayır... ama Venedik'e gelip gondolda gezmeden de olmaz diyorum bugün halen...


Gondol gezimiz sonrası, yürüyerek şehir turuna bir önceki gün kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu kez, geçen seferki istikametin tam tersine ilerliyoruz. Hatta bu defa, biraz fazla ilerliyoruz muhtemelen, zira Venedik denince kolay kolay kimsenin aklına gelmeyecek, bildiğin TOKİ binaları benzeri yerleşim yerlerine ulaşıyoruz. Kanaatimizce biz o kadar yürüdük ki bilemeden Venedik'ten çıktık, başka türlüsü olamaz, böyle binalarla Venedik adı bile yan yana gelemez... Tabii ki buralardan hızla kaçıyor, yine kendimize göre, yerel halkın çoğunlukta olduğu küçük bir meydan buluyor ve öğle yemeğimizi de buradaki küçük, mütevazı bir yerel pizzacıda alıyoruz.



Dönüş saatimiz yaklaştığı için, bizi San Marco yakınlarındaki iskeleden alacak deniz taksisine yetişmek için, yürüyerek meydana geri dönüyoruz. Kalan son yarım saatimizi yine Caffe Florian'da bu kez leziz tatlılar yiyerek ve Pazar gününün bu saatinde, diğer günlerde hiç olmadığı kadar kalabalık turist kafilelerini ağırlayan San Marco meydanını seyrederek geçiriyoruz.




15:30'da bizi havalimanına götürecek deniz taksimize bindiğimizde, üzerimizde bir "dolce vita" mahmurluğu, ayaklarımızda bu kadar yürümenin yorgunluğu, ruhumuzda kaçamak yapmış olmanın halen süren heyecanı ve vücudumuzda o kadar yemekten geriye kalan fazla kilolar, mutlu mesut gülümsüyoruz.