17 Aralık 2012

ANTAKYA: OLMAYAN BİR SAVAŞIN GÖLGESİNDE




 Antakya seyahatimiz firelerle başladı: top düşer, mülteciler saldırır, kurşun gelir diyerek ekibimizden birkaç kişi son anda gelmekten vazgeçti… Antakya’da olduğumuz süre boyunca ise, cep telefonlarımız İstanbul’daki kaygılı tanıdıklarımızın aramalarıyla susmak bilmedi: iyi miydik? Güvende miydik? Silah sesleri var mıydı? Top bizim oralara mı düşmüştü?... Onlara sürekli anlattığımız ise, Antakya’da değil bir savaş, en ufak bir huzursuzluğun bile yaşanmadığıydı.  

Maalesef Antakya ve tüm Antakyalılar olmayan bir savaşın gölgesinde yaşıyorlar şu sıra. Bu az bulunur tarihi zenginliğe ev sahipliği eden muhteşem şehir, hele de böyle güzel bir ara mevsimde turistlerle dolup taşacağına, müzelerde ve ören yerlerindeki sessizlik ve ıssızlıkla boğuşuyor. Yine de Antakyalılar için, gündüz ve gece yaşam çok hızlı, çok hareketli ve çok renkli devam ediyor, tek eksikleri şehri keşfetmeye gelen gezginlerin azlığı. Kadınların sosyal yaşamda adeta başrolde yer aldığı bu canlı şehrin karşılaştığımız her bir sakini, yaşanmayan bir savaşın gereksizliğini anlatıp duruyor her misafire. Onlara ve şehre kulak verdiğinizde ise, etkileyici bir inanç yelpazesi, örnek alınası bir kardeşlik ve yüzyılların getirdiği bir zenginlik sizi bambaşka bir dünyanın keşfine yönlendiriyor.





Önceden bilgi edinmek isteyenler için Hüseyin Türk’ün yazdığı Kaknüs Yayınları’ndan çıkmış olan “Anadolu’nun Gizli İnancı Nusayrilik” isimli eseri tavsiye ederim. Kitap sadece Antakya’nın Sünnilerden sonraki ikinci en büyük cemaati olan Nusayriliği anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda Antakya’nın tarihi ve kültürü açısından da çok zengin bilgiler içeriyor








Antakya denince birçokları için ilk akla gelen güzel yemekler… Zengin Antakya mutfağını deneyimlemek için şehrin merkezindeki Sveyka Restaurant ve Anadolu Restaurant en doğru iki adres olacak. Sveyka renove edilmiş eski bir Antakya konağının içinde olması itibariyle, güzel yemeklerin yanısıra aynı zamanda otantik bir ortam sunmasıyla da farklılaşıyor.


Muhammara, oruk (Antakya usulü içli köfte), patlıcan ezme, humus gittiğiniz her lokantada meze olarak zaten sizleri hazır bekliyor. Ana yemek olarak ise özellikle tepsi kebabını, halep kebabını ve kağıt kebabını mutlaka denemelisiniz.



Antakya ve tatlı denince ilk akla gelen tabii ki künefe. Şehrin merkezi künefe dükkanları ile dolu ve hepsi de gayet lezzetli künefe yapıyor. Ama Uzun Çarşı’daki Çınaraltı’nda Yusuf Usta’nın közde künefesini tatmadan sakın geri dönmeyin. Közde pişmiş künefeyi bir daha bulmanız zor….




Künefenin gölgesinde kalsa da, Antakya’nın bir başka ünlü tatlısı da “kireçte kabak tatlısı”. Künefe yememeyi başarabilirseniz, bir kez de kireçte kabak tatlısına şans verin,  hiç pişman olmazsınız…




Konaklamak için otantik bir mekan arıyorsanız, eski bir sabun fabrikasından otele dönüştürülmüş Savon Butik Otel doğru bir seçim olabilir. Şehrin tam merkezinde yer alan ve 4 yıldızlı Büyük Antakya Oteli de özellikle büyük grupların konaklaması için yerinde bir seçim olacaktır.


İçindeki zengin mozaikler nedeniyle çoğu zaman Antakya Mozaik Müzesi diye yanlış adlandırılan Antakya Arkeoloji Müzesi mutlaka ziyaret etmeniz gereken mekanlardan biri. Şehrin ana meydanında yer alan müze, 1932-1948 yılları arasında bölgede yapılmış kazılarda elde edilen eserleri ağırlıyor. Dünyanın en zengin ikinci mozaik koleksiyonunu barındıran müzede, ayrıca ünlü Antakya Lahti de yer alıyor. Müzenin girişindeki mağazada müzeyle ve Antakya ile ilgili zengin kaynaklar bulmak mümkün





Şehre tepeden bakan ve Antakya’daki ilk Hristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları ve Hristiyanların en eski kiliselerinden biri sayılan St-Pierre Kilisesi ise, maalesef biz gittiğimizde bakım ve onarım nedeniyle kapalıydı ve Ağustos 2013’te açılacağı belirtiliyordu. Yine de kapısına kadar gidip, oradan şehri seyretmek için bile ziyaret edilebilir.




Şehrin içindeki St-Paul Ortodoks Kilisesi yine dünyanın en eski kiliselerinden biri olma özelliğini taşıyor. Tabii yaşanan depremlerden zarar gören kilisenin bugün gördüğümüz hali 19. Yüzyıldan kalma ama tamiri için dönemin padişahının gönderdiği ferman, dilek kuyusu ve bilgi vermeye istekli candan görevlileri ile mutlaka ziyaret edilmesi gereken mekanlardan biri de burası.











Antakya maalesef bugün şehircilik ve binalar açısından çok estetik bir görüntü sergilemiyor. Bununla birlikte, şehrin bugün neredeyse harabe halinde olan ama bir el atılsa İtalya’nın, Malta’nın, Portekiz’in gezmeye doyamadığımız eski dar sokaklarından hiçbir farkı kalmayacak eski sokaklarında mutlaka gezmelisiniz. St-Paul Kilisesi ziyaretinden sonra böyle bir gezi çok keyifli olacaktır








Antakya’nın çok kültürlülüğünün en güzel örneklerinden biri de Habib-i Neccar Camii. Anadolu topraklarında inşa edilen ilk cami olma özelliğini taşıyan, bir pagan tapınağı üzerine kurulmuş ama yine depremler nedeniyle yıkıldığı için bugün 19. Yüzyıldan kalan halini gördüğümüz bu camide, Hristiyanlığa geçen ve dini inanışı nedeniyle başı kesilerek şehit edilen ilk Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi yer alıyor.


Şehir merkezine arabayla 10-15 dakikalık mesafede olan Harbiye’de ise, “şelale” ismiyle anılan bölge, özellikle çok sıcak yaz günlerinde halkın serinlemek için geldiği önemli bir merkez. Dağlardan gelen tertemiz suların şırıl şırıl aktığı bu bölgede, kahvaltıdan akşam yemeğine ya da sadece bir fincan kahveye kadar her türlü yeme içme ihtiyacınızı karşılayacak birçok mekan mevcut.




Antakya gezisini tabii ki şehirle sınırlamamak gerekiyor. En başta gidilecek yerlerden biri Samandağ. Dünyanın ilk tüneli olan ve M.S. 69’da başlayıp 79’da 1000 kişilik esir ordusunun el emeğiyle kayalara açılmış bu tünel, Roma döneminde dağlardan inen suların sürüklediği tortuların limanı doldurmaması için inşa edilmiş. Aynı zamanda sıkı bir trekking yolu da sayılabilecek bu tüneli mutlaka görmelisiniz. Yol boyunca dağlardan inen sularda soğutulmuş meyve ve içecek satan köylüleri gördüğünüzde inanın çok mutlu olacaksınız… Tünelin en ucunda ise, yine Roma döneminden kalan Kaya Mezarları ve Beşikli Mağara’yı bulacaksınız. Tünelin ilk başlangıç yerinden Akdeniz’i seyretmek de cabası…




Samandağ’a gelmişken, Aknehir ilçesindeki St-Simeon Manastırı’nı da görmek lazım. 541-592 yılları arasında buradaki sekizgen manastırda 36 metrelik bir sütunun üzerinde yaşadığı rivayet edilen Aziz Simeon’a adanmış olan bu manastırdan günümüze geri kalanlar, manastırın etrafından tepelere konumlanmış onlarca rüzgar türbini ile muhteşem bir görsel tezat sunuyor.


Samandağ yaz mevsiminde plajları ile Antakyalıların çok tercih ettiği bir yöre, tabii kışın oldukça ıssız oluyor. Hem otel hem restaurant olan Dervişan Tesislerinde bir değişiklik yapıp Akdeniz’den yeni tutulmuş balıklardan ve tanesi sadece 10.- TL olan Jumbo karideslerden tatmadan sakın dönmeyin derim.




Samandağ’daki çeşitli Nusayri Ziyaretevleri’ni de eğer açıksa ziyaret edebilirsiniz, yalnız dikkat: dıştaki kapıdan girerken dahi ayakkabılarınızı çıkarmanız lazım inanış gereği ve eğer ziyaretevlerinin etrafında üçer kere dönen arabalar, insanlar görürseniz şaşırmayın, bu da bir başka gelenek…



Organik ürün meraklıları için Vakıflı Köyü mutlaka gidilmesi gereken bir adres. Yörenin en eski Ermeni köylerinden biri olan bu köyde, halen 150 hane yaşıyor. Güzel bir kilisenin ve sakin bir kahvenin merkezi konumda yer aldığı bu köyün halkı tarafından elde yapılan nar ekşisi yörenin en lezzetli nar ekşisi olarak biliniyor. Ayrıca, limon şurubu, portakal şurubu ve başka bir yerde bulması zor olan “halhalı” zeytini için de en doğru ve güvenilir adres Vakıflı Köyü.



Antakya’dan hediye olarak ne alabilirim diye soruyorsanız, şehrin merkezindeki Uzun Çarşı sizi çeşitli alternatiflerle bekliyor olacaktır:  Antakya’nın ünlü ipeklerinin her türü, çeşit çeşit baharat, nar ekşisi, zeytin ve özellikle büyük, iri ama çok çok acı yeşil biberler gezginlerin en revaçta olan alışveriş seçenekleri…






 Antakya’da havalimanı var ama tavsiyem Adana’ya uçakla gelip, Antakya’ya karayolu ile gitmeniz yönünde. Zira bu sayede üç çok önemli eseri daha görme fırsatınız olacak:





Adana-Antakya yolunun 107. kilometresindeki Payas’ta bulunan ve renovasyon çalışmaları halen devam eden Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi bir Mimar Sinan eseri olarak sizi büyüleyecek, avlusundaki yüzlerce yıllık zeytin ağacının gölgesinde kısa bir dinlenme size çok iyi gelecektir









Bugün Ceylan ilçesi sınırları içinde kalan, Yaşar Kemal’in eserlerinde bahsi geçen Anavarza ise, henüz daha neredeyse hiçbir kazı yapılmamış olmasına rağmen, azameti ile sizi kendinizden geçirecektir. M.Ö 7. yüzyıla dayanan geçmişi ve M.S 7. Yüzyıl Ermenilerinden kalan kalesi ile burası, daha henüz el değmemiş bu haliyle bile “Yüzüklerin Efendisi” filminin dekorlarından biri olabilecek kadar etkileyici. Hele bir de gün batımında geldiyseniz, muhteşem fotoğraflar çekeceğinizden emin olun.






Gelmişken, kalıntıların hemen yanındaki Dilekaya Köyü’nde bugün 74 yaşında olan Hanım Teyze’yi mutlaka ziyaret edin. Evinin bahçesinden çıkan mozaiklerin eşliğinde, size nasıl bu eserlerin bekçisi olduğunu, Yaşar Kemal’i evinde nasıl ağırladığını ve 74 yıla sığan birçok muhteşem anıyı seve seve anlatacaktır.












Ünlü arkeoloğumuz Prof. Halet Çambel tarafından gün yüzüne çıkartılan Kral Asistavandas’ın Geç Hitit döneminden kalma yazlık sarayı Karatepe, hem doğa içindeki muhteşem konumu, hem de günlük yaşamı yansıtan tek Hitit kalıntısı olması itibariyle, mutlaka görmeniz gereken yerlerden biri. Çok başarılı bir açık hava müzesi olan bu mekanın girişinde, köylülerin elle yaptıkları tahta araç gereçleri de satın alabileceğiniz küçük bir kulübe de mevcut



Bu yazının Hürriyet Seyahat'te yayınlanmış olan versiyonuna http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/22173102.asp linkinden ulaşabilirsiniz

25 Kasım 2012

APPENZELL: HEIDI'NİN MEMLEKETİ

İsviçre'nin Appenzell kantonunun, bölgeye de adını veren başkenti konumundaki Appenzell, Alp Dağları'nın eteğinde minnacık bir şehir. 11. yüzyıldan bu yana yerleşik yaşamın devam ettiği bu sevimli kentin öyle bir doğası, öyle bir ortamı var ki, sokaklarında gezerken, manzarasını seyrederken, insan kendini, çocukluğumuzun vazgeçilmez çizgi film kahramanı Heidi'nin memleketinde hissediyor. 



Kış ve doğa turizmi meraklılarının destinasyonu olan bu kent, Zürih'ten karayolu ile sadece bir buçuk saat uzaklıkta. Katedilen yolun çiftlik evleriyle, otlayan semiz ineklerle, muhteşem ağaçlarla kaplı olması sayesinde, manzara seyretmekten, bu bir buçuk saatin nasıl geçtiğini bile anlamıyor insan.







Bizim ziyaretimiz bir iş toplantısından geriye kalmış yarım günle sınırlı olduğu için, Appenzell'in sunduğu turistik imkanları tümüyle tanıma ve deneyimleme imkanı bulamıyoruz maalesef: ne doğa yürüyüşü yapabiliyoruz, ne teleferik gezisine katılabiliyoruz, ne de müzeleri gezebiliyoruz. Ama, aynı zamanda öğretmen olarak çalışan ve boş zamanlarında da kente gelen turistlere rehberlik eden 50'li yaşlarındaki rehberimiz sayesinde, birçok bilgi ediniyoruz.

İlk ziyaretimizin adresi, yörenin en temel ekonomik faaliyetini oluşturan peynircilik sektörünün önde gelen merkezlerinden biri olan Appenzeller Schaukaeserie isimli peynir fabrikası. Her ne kadar fabrikada üretimi anlatan audio rehberlik hizmeti mevcut olsa da, biz bir hanım rehber eşliğinde küçük fabrikayı geziyoruz. Bize sadece "peynir üretimi nasıl yapılır"ı anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bölgenin hayvancılık alanındaki tarihçesini ve geleneklerini de aktarıyor. Appenzell peynirlerinin en büyük farkının, sadece bölgenin çayırlarında beslenen hayvanlardan elde ediliyor olmasında yattığını vurgulayarak anlatıyor. Fabrika gezisi sonrasındaki tadım seansında yediğimiz farklı peynir çeşitlerinden farkın ne olduğunu bizler de bizzat anlıyoruz. Gezinin sonunda, küçük bir sinema salonunda, sözlü olarak dinlediğimiz bilgileri bu 

kez de bir film eşliğinde pekiştiriyoruz. Fabrikanın tam çıkışındaki küçük dükkan, alışveriş meraklılarına, tümü bölgenin organik mahsulü olan bal, reçel, tereyağı ve tabii ki peynir çeşitlerinden satın alma imkanını sunuyor. Hatta istenirse, tahta masalardan ve kırmızı-beyaz kareli masa örtülerinden oluşan küçük restoranda, bu ürünlerden oluşan sade bir menü eşliğinde yemek yemek bile mümkün. 









Şehrin Saint Mauritius isimli Katolik Kilisesi ziyaretimizin bir sonraki durağı. Bahçesinde sadece Katoliklerin değil, diğer Hristiyan mezheplerine sahiplerin mezarlarının da bulunduğu bu kilise 1071 yılına tarihlendiriliyor ama tabii ki bugün ziyaret edebildiğimiz bina, 1800'lerde yeniden inşa edilmiş. 




Geriye kalan 2 saatlik kısıtlı süremizde ise, kanaatimce Appenzell'in en güzel yönünü oluşturan dar sokaklarında geziyor ve her biri ayrı bir sanat eseri gibi duran evlerini dışarıdan seyrediyoruz. 





Ziyaretimizin Noel öncesine denk gelmesi sayesinde şehrin yılbaşı süsleriyle donatıldığı o muhteşem haline tanık oluyoruz. 17. yüzyıldan kalan ama halen içinde yaşanan, gayet iyi durumdaki evler bile görüyoruz. Evlerin camları çok küçük ama aynı zamanda çok sayıda. Bunun nedenini rehberimiz anlatıyor: elektriğin olmadığı dönemde, bu yörenin ünlü dantellerini üretebilmek için, bol ışığa ihtiyaç duyuluyor ama bir yandan da Alplerin eteğinde olmanın getirdiği soğukla da başa çıkmak gerekiyor. İşte bu ikilemi ortadan kaldırmak için böyle bir mimari çözüme gitmiş dönemin insanları ve bu sayede hayran olduğumuz, adeta peri masallarındaki gibi duran bu güzel evler ortaya çıkmış. 








Sokaklardaki dükkanlar, cicili bicili dış görünümleri ve yaptıkları işe azami önem atfeden ama bir yandan da müşterisiyle çok yakın bir iletişim kuran sıcakkanlı çalışanlarıyla, insanı alışveriş yapmaya özendiriyor. Camlardaki Noel temalı zencefilli çörekler, bir Appenzell geleneğiymiş, Noel dönemi boyunca, evlerin penceresinde dekor olarak kullanılırmış, hemen alıyoruz her birimiz birer tane... evlerimizde Appenzell geleneğini yaşatacağız bir süreliğine.










Zürih'e geri dönüş yolculuğumuz başlamadan önce, Santis Romantik Hotel'in sevimli restoranında, yöresel lezzetlerden oluşan bir öğle yemeği yiyoruz. Fırından yeni çıkmış, Heidi'nin dedesi için sakladığı ekmekleri andıran yumuşacık ekmekler ve lezzetli tereyağı ile karnımızı doyurmamak için kendimizi zor tutuyoruz ve leziz bir mantar çorbası ile başlayan yemeğimizi, yörenin spesyalitelerinden bir et yemeği ile tamamlıyoruz. 






Yarım gün süren bu kısa ziyaret sonrasında, Appenzell bizim için "Heidi'nin Memleketi" olarak hafızamıza kazınıyor sonsuza kadar....







1 Ekim 2012

KÜBA: BİRİNCİ ELDEN TAVSİYELER


José Marti Havalimanı’ndan çıkıp, bizi Havana’daki otelimize götürecek otobüse ilerlerken, “Castro hayattayken Küba’yı mutlaka görün” tavsiyesi kulaklarımda çınlıyor. Küba deyince 1960’lardan kalan arabalardan, kıvrak ezgilerden, Castro, Che ve arkadaşları nam-ı diğer “sakallı”lardan oluşan önyargılı beklentilerim, bizi bekleyen gayet modern otobüsü görünce, “yoksa çok mu geç kaldık gelmekte, yoksa daha şimdiden mi “norm”alleşti Küba” endişesiyle önce bir sarsılıyor... Halbuki havalimanından çıkıp da yolda ilerledikçe, hüzün dolu, karanlıklara gömülmüş bir şehir beliriyor önümüzde. Evet, Küba denince halen ilk hissettiğim “hüzün”, ama saygı duydurtan bir hüzün aynı zamanda. Yıllardır süren acımasız ambargonun, siyah-beyaz dünyanın Berlin Duvarı’yla birlikte yıkılması sonrasında ortada kalmışlığın, gurur duyulan ideallerin imkansızlıklarla çarpışıp çarpışıp her gün biraz daha örselenmesinin getirdiği hüzün başta Havana olmak üzere tüm ülkeyi kaplamış. Enerji sıkıntısının gecelerin karanlığına karanlık katması değil hüznü yoğunlaştıran: rengarenk kıyafetleriyle, kıvrak ezgileriyle, her daim gülümseyen insanlarıyla, sömürge dönemine ait şaşaalı binalarıyla ve adeta her köşesine nakşedilmiş Devrim sloganları ve resimleriyle, gündüzlerde bile gizlenmiş bir hüzün var bu topraklarda. Bu hüzne ragmen, inatla ve inançla her şehirde, hatta her semtte, her sokakta karşınıza çıkan “hasta la victoria siempre” (zafere kadar daima) sloganı, daha da güçlü anlamlar yükleniyor gördüğünüz ve öğrendiğiniz her yeni bilgiyle… Başta Havana olmak üzere, Küba, bitmek üzere olan bir dönemin, çok da öngörülemeyen bir geleceğin ama herşeyden önce bitmek bilmez bir yaşama sevincinin capcanlı bir sahnesi olarak meraklı gezginleri ağırlıyor.






GENEL BİLGİLER

      Seyahat öncesinde 1-2 aylık bir “okuma hazırlığı” çok faydalı olacaktır. Kronolojik olarak ilerlemek gerekirse, Amerika Kıtası’nın keşfi ve istilası sırasında ilk gruplarla birlikte yeni kıtaya ayak basan ve daha sonra şahit olduklarını kaleme alan misyoner rahip Bartolomeo de las Casas’ın “Yerlilerin Gözyaşları” isimli kitabıyla başlayabilirsiniz. O yıllardan bugüne kadarki dönemi anlatan bir kaynak ararsanız, Eduardo Galeano’nun “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”nı okuyabilirsiniz. Ama en olmazsa olmazı, 1968 senesinde Anadolu Yayınları’ndan çıkan “Jean Paul Sartre Küba’yı Anlatıyor” isimli kitap. Kitapçılarda bulmak zor ama sahafların bir araya gelerek kurduğu www.nadirkitap.com üzerinden rahatlıkla edinebilirsiniz. Devrimin daha ilk yıllarını anlatan, devrimin bugünüyle karşılaştırma yapabilmek için en doğru kaynak.

·    Bavul yaparken hele de ülkenin güneyine de ineceksiniz, ince, yazlık kıyafetler tercih edin. İklim yarı tropik, kış mevsimi ortalaması bile 23 C derece, yaz mevsimi ortalaması ise 28 C derece. Ekim- Mayıs arası ziyaret için en ideal zaman

·    Ülkede ciddi ve acımasız bir ambargo var. Halkın birçok ihtiyacı (temel gıdalar, eğitim, sağlık, ev) ücretsiz olarak devlet tarafından karşılanıyor. Ama bazı lüks kabul edilen maddeler bulunamıyor. Giderken yanınızda bol bol tükenmez kalem, küçük sabun, diş macunu, şampuan vs bulundursanız iyi olur, özellikle taşrada turist olduğunuzu anlayınca etrafınızı saran kişilere bunları verirseniz, çoğu zaman bahşişden bile çok makbule geçiyor

·     Küba oldukça ucuz bir ülke. Konaklama ve ulaşım hariç, bol bol harcama yapsanız bile, kişi başı bir haftalık harcamanız 250.- Euro’yu geçmiyor.

·    Kredi kartı oteller ve lüks restoranlar dışında hiçbir yerde geçmiyor, o yüzden yanınızda nakit bulundurmanızda fayda var. ATM ağı da neredeyse hiç yok. Doları bozdurmak çok zor, zira dolardan ek komisyon kesiyorlar, Euro ile gitmek en iyisi. Parite devlet tarafından belirlendiği için, para bozduran her yerde aynı kur geçerli. Otelde bozdurmak, en kolayı.

·    Turistlerle halk aynı para birimini kullanmıyor. Turistlerinki CUC diye geçiyor (convertible peso), bizim 1 CUC’umuz, halkın 16 pesosuna denk düşüyor. O yüzden bahşiş verirken yarım CUC bile verseniz, çok memnun kalıyorlar.

·     Cep telefonları çok zor çalışıyor, blackberry gibi cihazlar hiç çalışmıyor, öyle bir altyapı yok. Dijital dünyadan uzaklaşmak için harika bir fırsat J

·       Sokaklarda fotoğraf çektiren insanlar var, ellerinde puro ya da üzerlerinde etnik giysilerle, fotoğraflarını çekip onlara bahşiş vermemek çok ayıp addediliyor.

· Küba mutfağı pek parlak değil, tam Karayip mutfağı örneği. Ama yine de ikinci günün sonunda insan alışıyor: haşlanmış pirinç, kara fasulye ve et ya da balık şeklinde giden bir menü var genelde. Sokaklarda domuz etli sandviçler satılıyor, Küba’nın bir tür kokoreçi sayılıyor bu menü

· Herhangi bir şekilde bir sanat eseri satın alırsanız, tabloysa arkasına mühür basılmasını, başka bir sanat eseriyse belgesinin bulunmasını mutlaka temin edin, yoksa havalimanında el konuyor. Sanat eserleri konusunda çok hassaslar

· Puro alacaksanız, ya puro fabrikalarından birinden (her marka puro yapılıyor her fabrikada, en kaliteli puro markası Cohiba) ya da bazı yerlerde, önünüzde puro sarılıyor, o taze purolardan tercih etmenizde fayda var. Sokaklarda size puro satmaya çalışacak birçok kişi olacak, onlara sakın rağbet etmeyin, çünkü belgesi olmayan 20 purodan fazlasını yurtdışına çıkartmak yasak.

· Sokaklarda, meydanlarda, restoranlarda üçlü dörtlü gruplar hep canlı müzik yapıyor, sonra da evde doldurdukları CD’lerini satıyorlar. CD’lerini almak zorunda değilsiniz tabii ama CD’lerini dolaştırdıklarıküçük kutuya 1-2 CUC atmak işin raconu adeta J

· Şehirlerarası ulaşım sadece turistler için kolay. Halk kamyonlarda gidip geliyor. Eğer bir turla gitmiyorsanız ve kendiniz gezecekseniz, ya araç kiralayın, ya da arabalı bir rehber tutun (bu ikinci alternatif daha konforlu olacaktır ), otostop mümkün dahi değil, şehirlerarası yollar gayet düzgün ve geniş olmasına rağmen, o yollarda giden araç bulmak çok zor.

· Müzelerde fotoğraf çekimi 1 CUC ek ödeme gerektiriyor. Bu tutarı ödemeden fotoğraf çekmek yasak.

· Çok güvenli bir ülke, hatta özellikle taşrada evlerin kapılarını kapatmıyorlar bile. O yüzden hırsızlık, kapkaç gibi korkunuz sakın olmasın.



    
  · Küba’ya gidip de içmeden dönmemeniz gerekenler: Daiquiri, Canchanchara, Cuba Libre ve tabii ki Mohito… 







   · Küba’da sürekli güneş olduğundan şapkasız gezmek hayli zor. Bu nedenle turistler Küba’ya özgü hasır şapkalara çok rağbet ediyor. Yalnız onları takarken dikkat edin: eğer hanımsanız ve şapkanın ucunu kıvırırsanız olmaz, hanımlar takınca şapkanın kenarları düz olmalı, erkekler taktığında ise ucu kıvrık olmalıymış.

    · Şehirlerarası yolculuk yaparsanız, konaklama yerlerinde kahve için mutlaka, yanında şeker yerine şeker kamışı getiriyorlar, bizdeki küp şeker kıtlamak gibi onu emiyorsunuz kahveyi içtikten sonra, değişik bir deneyim.

   

·    Keza bu tür konaklama merkezlerinde şekerkamışı suyu sıkıyorlar, içiyorsunuz orada. Odun gibi bir şey şekerkamışı, onu bir makinada ezip yeşil bir su çıkartıyorlar. Çok tatlı ama denemeye değer


   · Birçok yerde 5 adamın resmini göreceksiniz ve VOLVERAN yazan yazılar. Volveran “geri dönecekler” demek. Hikayesi de şöyle: 1990’larda Küba’da bazı suikastlar, bombalamalar vs yaşanıyor. Bunun Miami’ye kaçmış Kübalılar tarafından düzenlendiği ortaya çıkıyor. Bunun üzerine Küba hükümeti 5 ajanını Miami’ye gönderiyor. Bunlar orada Kübalı toplulukların arasına karışıyor ve gerçekten kimin bu olayları organize ettiğini belgelerle birlikte buluyor. Daha sonra da tüm bulgularını ABD resmi mercilerine teslim ediyor bu 5 kişi. ABD resmi mercileri ise, bu olayların failleri hakkında işlem yapmayıp, bu 5 kişiyi tutukluyor, mahkemeler de onları ömür boyu hapis cezasına çarptırıyor. Şu anda 14 yıldır hapis bu insanlar. Kübalılar bu konuyu onur meselesi yapmış durumdalar. Turistlerle konuştuklarında, hemen bu konuyu açıyorlar ve daha öncesinden bu konuda bilginiz olmadığını öğrendiklerinde çok şaşırıyorlar, onlar için tüm dünyanın bilmesi gereken bir hadise zira… ve bir gün adaletin yerini bulacağına ve o kahraman beşlinin döneceğine inanıyorlar….
HAVANA 








   · Otel tercihinizi NH Parque Central’dan yana yaparsanız pişman olmazsınız. Hem yeri çok merkezi, hem de gayet konforlu. Devrim öncesinin sosyete merkezi olan Hotel Nacional diye tarihi bir otelleri daha var kalınabilecek. Orası da güzel ama hem turistik merkeze uzak, hem de epey eski. Bu otelde kalmasanız bile, azametli terasında bir daiquiri ya da mohito içmeden dönmeseniz iyi edersiniz.



·    Güzel Sanatlar Müzesi’ni ve onun tam karşısındaki Devrim Müzesi’ni mutlaka ziyaret edin. Güzel Sanatlar Müzesi resim ağırlıklı ve kolonyal dönemden günümüze çok zengin bir sergi içeriyor. Devrim Müzesi devrimin adım adım fotoğraflarla, belgelerle anlatıldığı bir mekan. Devrim Müzesi’nin girişinin tam karşısında Angel Custodio Katedrali var, pek turistlerin rağbet ettiği bir yer değil. Ama o katedrale ön kapısında girip, arka kapısından çıkınca, çok otantik bir mahalleye gelmiş oluyorsunuz, etrafta hiç turist olmuyor, gündelik yaşam, dört bir yandan gelen farklı müzik ezgileri, sokakta oynayan çocukların sesiyle sizi bir anda içine çekiyor.


   · Plaza de la Catedral, şehrin en keyifli merkezlerinden biri. Etraf falcılarla, sokak müzisyenleri ile dolu. Tabii birçok da kafe, restoran var. El Patio isimli restoran yemekleri çok matah olmasa da, ortamı yaşamak adına en azından birşeyler içmek için ideal bir mekan. Bu meydan görülmeden Havana’yı gezilmiş sayılmazsınız…




·      Bu meydanın hemen yanındaki sokakta Ernest Hemingway’in çok sık gittiği bar var, La Bodeguita del Medio. Tabii, bugün artık çok turistik bir mekan olmuş durumda. Zaten küçücük olduğundan kalabalıktan içeri girmek bile mümkün olmuyor ama yine de görmek keyifli olabilir.

·    Vali Guiseppe Garibaldi’nin evi (ev demek biraz ayıp olur, malikanesi diyelim) bugün sömürge dönemini çok net ortaya koyan müze olarak kullanılıyor. Bu müzenin hemen önünde ise sahaflar var, orada İngilizce güzel kitapları daha ucuza bulmak mümkün.

         


·  Plaza de San Francisco de Asis yine
     gezilecek meydanlardan biri, yürümek ve
     çoğu sömürge döneminden kalma
     rengarenk binaları seyretmek çok keyifli

  





·  Şehrin arabayla 20 dakika uzağında Ernest Hemingway’in 30 yıl yaşadığı ev var, bugün müze. Bahçesi de evin kendisi de çok etkileyici, eğer bir de sevdiğiniz bir yazarsa mutlaka buraya gitmenizde fayda var. Evin çok yakınında Cojimar isimli küçük bir balıkçı kasabası bulunuyor. Hemingway’in bu kasabada sık sık gittiği restoran/cafe La Terraza’da “İhtiyar Balıkçı ve Deniz” kitabına esin kaynağı olan yaşlı balıkçı Don Gregorio’nun da resmi ve Don Gregorio’nun adı verilmiş bir mavi içki sizi karşılıyor. La Terraza’da o içkiyi içip, dingin manzarayı seyretmenin hazzı bambaşka.


·    Havana’da Miramar adı verilen bölge eskiden zenginler oturduğu, bugün ise daha ziyade büyükelçiliklerin yer aldığı bir semt var. Bu semtteki Emilano Zapata Parkı özellikle köke dönüşen dallarıyla ünlü bir tür ficus ağacını barındırması itibariyle botanik meraklıları için çok ilginç bir mekan olabilir.

    · Tabii ki Devrim Meydanı… Castro’nun halka yönelik bazen 3-4 saat süren konuşmalarını yaptığı, Che’nin devasa portresinin tüm meydana hakim olduğu bu meydanı görmeden, Küba eksik kalacaktır. Her yerde dolaşan “Coco Taxi” adı verilen iki kişilik yanları açık taksiler var, Devrim Meydanı’nın bu taksilerle yapılacak şehir gezisinin bir parçası olarak planlamak en doğru program olacaktır.

    · Plaza Vieja bir başka küçük meydan, sevimli bir yer. Burada Taberna de la Muralla isimli, kendi birasını yapan bir restoran var. Yemek için olmasa bile, bira için gece geç saatlerde gelmek için güzel bir seçim olacaktır.

    · Limanın yakınında, Malecon isimli hem sanat eserleri, hem de hediyelikler satılan büyük bir ambar bulunuyor. Eğer ülkeye dönerken eşe dosta hediyelik bir şeyler alacaksanız, burası doğru adres olacaktır.

· Havana Üniversitesi’nin yakınlarında La Coppelia isimli ünlü bir dondurmacı var, orada dondurma yemek de olmazsa olmazlarından Havana’nın. Yerel halk ve turistler için iki ayrı girişi var, eğer yapabilirseniz yerel halkın girişinden girmenizde fayda var, dondurmanın tadından ziyade dondurmacının ortamı farkı yaratıyor.

· Havana’da limana giden yolda, halkına özgürlük getirmiş liderlerin büstlerinin sergilendiği yerde, Atatürk’ü de görüp gurur duyuyor insan, her Türk bir fotoğraf çektirmeden dönmüyor buradan.

· Küba’nın ünlü gece hayatı için El Gato Tuerto isimli, turistlerden çok Havana’da yaşayanları geldiği kulüp tercih edilebilir. Her gece iki ayrı grup tarafından canlı müzik yapılan bu mekan bir akşam, yemek sonrası gitmek keyifli olabilir. Bütün taksiler yerini biliyor.

· Küba’nın tavuk yemekleri meşhur ama bunların en ünlüsü Miramar semtindeki El Aljibe isimli restoran. Özellikle Küba mutfağına alışmakta zorlananların gerçekten doyabileceği bir mekan. Benzer şekilde tüm şehri gören, mükemmel bir manzarası olan La Divina Pastora isimli restoran da, hem yemekleri hem de yeni ve eski şehri birlikte görebileceğiniz manzarasıyla tercih edilebilecek bir mekan.


· Deniz ürünleri ve özellikle ıstakoz meraklıları için gidilebilecek bir restoran da Paladar Vistamar: Yeni şehir bölgesindeki bu restoranda, ıstakozun satışı Küba’da bir şekilde yasak olduğundan, menüde göremeseniz bile ıstakoz sipariş ettiğinizde hemen geliyor. Bu restorana öğle yemeği için gitmeniz daha yerinde olacaktır çünkü çok güzel bir deniz manzarası var ama gece gidince o kadar karanlık ki deniz, hiçbir şey görülmüyor

SANTA CLARA

·    Oldukça sapa bir kasaba olan Santa Clara, Che’nin mezarına ev sahipliği yaptığı için, ana şehirlere uzaklığına rağmen, her gün yüzlerce insanla dolup taşıyor. Güzel ve asil bir anıt mezar yapmışlar Che için. Mezarın etrafında ayrıca Che’nin yaşamından kesitler sunan bir müze var. İçeriye girerken fotoğraf makinası dahil, hiçbir şey yanınıza alamıyorsunuz, onları bırakabileceğiniz bir dolap vs de yok, ona göre hazırlıklı gitmenizde fayda var.

SANTİAGO DE CUBA

· Küba’nın en güney noktasında olan bu kent, aynızamanda ülkenin ikinci büyük şehri. Afrika kökenlilerin de en kalabalık olduğu şehir aynı zamanda. Tabii en güney olması nedeniyle de en sıcak şehir, sabah 10:00’dan itibaren o kadar sıcak ve nemli oluyor ki, adeta nefes almak imkansız. O yüzden burada sabah çok erken kalkıp şehri gezmeye başlamanızda fayda var.




·    Kübalıların Atatürk’ü diyebileceğimiz ve Küba’nın
    İspanyol sömürgesinden kurtulmasını sağlayan lideri Jose
    Marti herş ehirde olduğu gibi, bu şehirde de heykelleriyle her
    yerde önünüze çıkıyor olacak. Kendisinin anıt mezarı da bu
    şehirde, Santa Ifigenia Mezarlığı içinde yer alıyor ve anıt
    mezarda her yarım saatte bir de asker nöbet değişimi yapıyor.
    Bu mezarlık ayrıca Bacardi ailesi gibi, ülkenin önde
    gelenlerinin birçoğunun mezarınıda bünyesinde barındırıyor
    ve halen de kullanılmaya devam ediyor.







  · Morro kalesi korsanlardan korunmak için yapılmış, manzarası muhteşem bir kale. Mutlaka gitmeli ve görmelisiniz. Kaleye giden yolda hediyelik eşya satanlar var, bunlar oldukça kaliteli ve diğer şehirlerde pek görülmeyen şeyler satıyorlar. Yine aynı yolda, solda, deniz tarafında bir restoran var, San Pedro de la Roca, hem yemekleri çok lezzetli, hem de manzarası harika. Burada özellikle soğuk servis edilen kara fasulye çorbasını tatmadan sakın dönmeyin

·    Bu şehrin ana meydanının ismi Cespedes. Castro devrimi yaptığında ilk bu şehirde konuşma yapmış halka bu meydanda. Yaşlılar meydanın ortasında satranç oynuyor, dört bir yandan müzik, keyifli bir yer. Tam meydanda şu anda müzeye çevrilmiş olan, sömürge döneminin önde gelenlerinden Don Diego Velasquez’in evi var, gezilmesinde fayda var

·       Emilio Bacardi Müzesi, ünlü Bacardi ailesinin şahsi koleksiyonunun sergilendiği bir müze. Yağlıboya resimlerden, mumyalara, eski köle eşyalarından silahlara zengin bir koleksiyon sergileniyor burada. Bu müzenin yanındaki dar yolun hemen sonunda solda Karnaval Müzesi var, müzenin kendisi hiç ilgi çekici olmasa da her gün 16:00’da burada Afrika danslarından oluşan bir gösteri yapılıyor. Gösterinin sonuna kadar dayanmak bazıları için zor olabiliyor, o yüzden çıkışa yakın oturmakta fayda var. Tabii, oldukça turistik bir gösteri ama eğlenceli.

· Şehirde konaklamak için Melia Santiago de Cuba isimli otel tavsiye edilebilir. Otantik bir yönü olmayan, her ülkede bulunabilecek modern otellerden biri. Temiz, konforlu bir yer, yemekleri de Küba mutfağından uzaklaşmak isteyenler için cazip olacaktır.

· Restoran olarak, art deco bir tarzda döşenmiş,eski bir malikaneden dönüştürülmüş olan Zunzun isimli mekan hem ortamı, hem yemekleri açısından akşam yemeği için tercih edilebilir.

TRİNİDAD

· UNESCO tarafından koruma altına alınmış müthiş renkli, çok güzel bir şehir. Yalnız konaklamada ciddi sorunlar olan bir yer. Brisas Trinidad del Mar isimli otel en iyisi diye biliyor: gerçekten de denizi ve kumsalı eşsiz ama odalar ve yemekler konusunda beklentileri en az indirgemek hayal kırıklığını önleyecektir.


· Bu küçük şehrin Plaza Santa Ana isimli bir meydanı var, küçük ama rengarenk evlerle dolu, çok şirin bir meydan. Meydanın biraz aşağısında hep sokak pazarı var, şapkalar ve masa örtüleri mutlaka görülmeli.

· Yine bu meydanda, sömürge döneminde zengin birşeker kamışı tüccarı olan bir ailenin bugün müzeye çevrilmiş evi var: Casa de Aldeman Ortiz. Evin özellikle üst katından tüm şehri görebiliyorsunuz.

· Meydandan yürüyerek 3-4 dakika uzaklıkta La Canchanchara diye bir mekan var. Canchanchara içkisinin en iyi yapıldığı bu mekan, kesinlikle gidilmesi gereken, kameriyesi altında canlı müzik eşliğinde dinlenmek için ideal bir yer. İçeride ayrıca taze puro sarılıyor, içenler Küba’nın en iyisi bu diyor.


· Burada da Afrika danslarının yapıldığı bir mekan var, adı Ruinas de Segarte. Çok başarılı olmasa da bir serinleme içeceği yanında keyifli bir seyir olabiliyor.



    · Geceleri meydanda, hemen kilisenin yanında açık havada dans ediliyor.

CAMAGUEY

· Burası ufacık bir şehir, Türkiye ölçeğinde kasaba bile diyebiliriz. Ama burası da diğer şehirler gibi UNESCO Dünya Mirasıkapsamında.

· “Bici taxi” ile yani, bisikletli taksi (aslında bisikletli taksiler Havana’da da var ama orada turistlerin binmesi yasak) ile bir şehir turu yapmak bu ufacık mekanı tanımak için yeter de artar bile



   · Plaza del Carmen, bu şehrin ana meydanı. Çok sevimli, rengarenk bir yer. Bu meydanda Martha Jimenez Perez isimli bir kadın seramik sanatçısının atölyesi var ve inanılmaz güzel eserler sergileniyor ve satılıyor. Tabii onları alıp uçakla Türkiye’ye götürmek ciddi lojistik sorun yaratabiliyor.

   · Bir başka meydan ise Plaza San Juan de Dios. Biraz ölü bir meydan, pek hayat yok, ama yine de görülmeye değer. La Campana de Toledo bu meydandaki ve aslında şehirdeki yemek yenebilecek tek mekan. Bu restorandaki canlı müzik grubu da ayrıca en keyifli müzik yapanlardan biri.

· Daha canlı bir başka meydan ise Plaza de los Trabajadores. Bu meydandaki La Merced kilisesi de gezilebilir.

· Camaguey’de Islazul Grand Hotel eski bir binanın renovasyonu ile turizme kazandırılmış çok otantik bir otel. Azametli bir dekorasyon, odalar tamamen Küba esintileriyle dolu. Bazı odaları çok küçük olduğundan, eğer biraz daha yüksek bir bedel ödemeye razıysanız güzel bir manzara, genişlik ve otantik bir dekorasyon için 307 numaralı odayı isteyin…

CIENFUEGOS 

  
    · Küba’nın en hüzünlü şehri burası. Zamanın en şaşaalı, en zengin şehirlerinden biriymiş, bugünse hayalet kasaba gibi. Doğru düzgün kahve içecek, bir şeyler atıştıracak mekan bulmak dahi çok zor.


    ·   Buradaki tek görülecek meydan Plaza de Armas. Bu meydanda zamanında Sarah Berhardt’ın da
      sahneye çıktığı Tomas Perry tiyatrosu var. Bugün müze
      olarak kullanılıyor, nostalji yapmak için görülebilecek bir tarihi eser.



(bu yazının Hürriyet Seyahat'te yayınlanan versiyonuna http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/21593180.asp linkinden ulaşabilirsiniz)