18 Mayıs 2011

DİYARBAKIR: 2011 İZLENİMLERİ


Diyarbakır, 2011 ilkbaharında yaptığımız Güneydoğu Anadolu gezimizin ilk durağıydı. Birlikte gittiğimiz ekipte neredeyse hepimiz ilk kez ülkenin bu coğrafyasına ayak basıyorduk. Ön yargılarımızı da beraberimizde taşımıştık bu topraklara. Gezi kapsamındaki diğer şehirlerden ziyade Diyarbakır biraz daha ürkütücü geliyordu. Hele de gelmeden önce duyduğumuz kapkaççılık ve hırsızlık hikayeleri de ön yargılara eklenince gergindik bile diyebilirim. Ama bizi karşılayan doğa, insanlar ve medeniyet hepimizi bir adım öteye taşıdı ve şuna gönülden inanıyorum ki, hepimizin hayat görüşünü kapsamlı bir şekilde değiştirdi.

Diyarbakır'ın dizi dizi sitelerden ve TOKİ evlerinden oluşan modern bir bölümü var ama tabii ki şehre ilk kez gelenler için esas gizem ve çekicilik buram buram tarih kokan eski şehirde yatıyor.

Dört isimli ünlü köprüyle başlayalım Diyarbakır'ı keşfe:  Dicle Köprüsü, nam-ı diğer On Gözlü Köprü, nam-ı diğer Silvan Köprüsü, nam-ı diğer Mervani Köprüsü. Dünyada dört ayrı ismi olan tek köprü olsa gerek diye düşündüğüm bu taş köprü altıncı yüzyıldan kalmış ama tabii ki yıllar boyunca özellikle savaşlar ve kuşatmalar esnasında bolca yıkılmış, bolca yeniden inşa edilmiş. Heybetli görüntüsüyle insanı gerçekten etkileyen bir köprü burası.






Hemen çaprazında biraz tepede Semanoğlu (Gazi) Köşkü yer alıyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün Çanakkale Savaşı sonrası 16. Kolordu Komutanı olarak doğuya atanması sonrasında, 1916-1917 arasında tam bir yıl bu tipik Diyarbakır evinde konaklaması sonrasında Gazi Köşkü diye anılmaya başlanan bu ev, bugün bir müze işlevi görüyor. Yöreye özgü siyah taşlardan yapılmış bu köşk, yüzyılın başındaki iç dekorasyonun ve mimarinin bir örneğini teşkil etmesi nedeniyle turistlerin ilgisini çekiyor.









Diyarbakır'da mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir başka ev ise, ünlü şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı'nın doğduğu ve bugün onun adını taşıyan müze. Maalesef bizim Diyarbakır'da olduğumuz gün, evin içine girmek mümkün olmadı, sadece avlu açıktı. Ama bizim oralarda dolaştığımızı görüp yanımıza gelen Diyarbakırlı çocukların bize ezberledikleri Cahit Sıtkı Tarancı şiirlerinden oluşan doğaçlama gösteriyi bu rengarenk güllerle dolu avluda sunmaları sayesinde, müzenin içini görmemiş olmak hiç de öyle olumsuz etki yaratmadı üzerimizde.









Diyarbakır'ın dini mekanları denince akla ilk gelen, Ulu Camii. 639 yılında şehrin Müslümanların eline geçmesi sonucunda Martoma Kilisesi'nden dönüştürülen bu cami, İslam aleminin beşinci Harem-i Şerif'i olarak anılmanın yanı sıra, ünlü bilgin El Cezeri'nin yaptığı güneş saatini içermesiyle de çok ünlü. Deprem ve yangınlar sonucu tarih boyunca epey değişiklik yaşamış olan mimarisi, yine yöreye özgü siyah taşlarla öne çıkıyor.






Şehrin bir diğer önemli camisi Behrampaşa Camii ise ünlü Mimar Sinan'ın imzasını taşıyor. Bazalt taşlardan oluşan bu orijinal eser hem Diyarbakır'ın yerel mimarisini yansıtması, hem çinileri, hem de günümüzden 500 yıl öncesinden gelen modern taş tekniği ile Mimar Sinan'ın nadide eserlerinden biri olarak addediliyor.







Halk arasında "Dört Ayaklı Minare" olarak adlandırılan Şeyh Mutahhar Camii adını, türbesi üzerine yapılmasından dolayı Şeyh Mutahhar'dan alıyor. Kitabesinde, 1500 yılında Akkoyunlu hükümdarı Kasım Bey zamanında yaptırıldığı yazan bu cami, sütun üzerine oturan kare mimarisiyle Anadolu'daki tek örnek olma özelliğini taşıyor. Diğer camilere nazaran, etrafı en kalabalık caminin burası olması da aslında bir tesadüf değil: inanışa göre dilek tutup minarenin altından yedi kere geçerseniz dileğiniz tutarmış...






Diyarbakır'daki Hristiyan cemaatin dini mekanı ise, Mor Petyun Kildani Katolik Kilisesi. Bu kilisenin cemaati Keldaniler, aslında Süryanilerin doğu kolundan geliyorlar ancak 14. yüzyılda Katolik olmuşlar ancak papaya bağlı olarak sürdürdükleri dinlerini kendi inançlarıyla birleştirerek devam ettirmişler. Günümüzde bu kilisenin cemaati sadece 10 aileden oluşuyor ama kilise yine de yerli yerinde, her pazar ayinlere ev sahipliği yapıyor ve son derece bakımlı. 4. yüzyıldan kalan bu kilise de tıpkı şehirdeki diğer tarihi binalar gibi, depremler, savaşlar, yangınlar sonucu harap olmuş, bugün gördüğümüz yine bazalt taşlardan oluşan bina, 17. yüzyıldan kalma.








Tabii Diyarbakır denince, hanlarını es geçmemek lazım: Hasan Paşa Hanı ve Deliller Hanı. Her ikisi de 16. yüzyıldan kalan ve yöresel bazalt taş mimarisinin hakim olduğu bu hanlar, geçmişte Osmanlı sultanlarını bile ağırlamışlar. Bugün ise, çok çeşitli mağazaların, çayhanelerin, binbir çeşit koku ve sesin harmanlandığı baş döndürücü bir egzotizmin merkezi olarak Diyarbakır'a gelenleri kendilerine mıknatıs gibi çekiyorlar.



Diyarbakır'ı ve şehri çevreleyen bereketli tarlalarla çayırları kuş bakışı seyretmenin en güzel yolu ise Diyarbakır Kalesi'ne çıkmaktan geçiyor. Çin Seddinden sonra dünyadaki en büyük sur olarak bilinen bu kalede oturup bir kahve içerek manzarayı seyretmek, hele de dolaşmakla geçen günün ardından yorgunluğu atmak için birebir...





Diyarbakır'da ne yenir derseniz, Dicle'den çıkan şabot isimli balık, "et yemekten bıktım, kebap kebap nereye kadar" diye şikayet edenlere güzel bir alternatif oluşturuyor.









Şehrin spesyalitesi kaburga dolması için doğru adres ise, Kaburgacı Selim Amca... Her ne kadar ağır bir yemek olsa da, Diyarbakır'a gelmişken, mutlaka tadılması gereken bir lezzet.







Sokaklarda el arabasında satılan, halk arasında fakir muzu olarak anılan otçul ise değişik bir sebze... Aslında tatsız tutsuz bir şey, çiğ yeniyor salatalık gibi... Kerametini biz bilemedik ama belli ki bilenler var, yoksa adım başı satılmazdı sokaklarda...








Diyarbakır'da nerede kalınır derseniz, biz şehrin merkezindeki Green Park Hotel'de kaldık. Dış cepheden modern, kişiliksiz bir bina görünümündeki bu otelin iç bölümündeki avlu olmasa, belki de otelden pek memnun kalmazdık. Evet, konforu, temizliği yerindeydi ama şehrin ruhundan çok uzak bir ilk izlenim bıraktı bize. Ama bahsettiğim avlu, hem şehrin mimarisine hakim olan bazalt taş işçiliğiyle, hem dekorasyonuyla bize otantik bir ortamda olduğumuzu iliklerimize kadar hissettirdi.










Şehirden ayrılırken, sokaklarından son kez geçiyoruz. Bu şehrin sokaklarına aslında hüzün hakim: imkansızlıklar diz boyu, üstü başı dökülen ama güle oynaya koşuşturan çocuklar, gözleri uzaklara dalmış bir köşede oturan insanlar, yıkık dökük evler, perdesiz pencereler... dediğim gibi, gezdiğimiz günlerin seçim öncesi barışına rağmen, bu şehrin en küçük köşesine bile insanın içini burkan bir hüzün hakim. Geride bırakırken bu tarih dolu kenti, dileğimiz hüzün perdesinin kalkması ve birlik beraberlik içinde geçecek güzel günlerin ülkenin tüm şehirleri gibi Diyarbakır'ın da ufkunda en kısa zamanda yükselmesi....


3 yorum:

  1. on gözlü köprünün diğer bir adı daha var, bi zamanlar herkesin o adla bildiği. 'pıra deh deri'

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beşinci bir isim daha oldu desenize :-) Bilgi için çok teşekkürler....

      Sil
  2. gerçekten güzel gezmişsiniz :)

    YanıtlaSil